“Nasıl oldu?” dedim. Gerekli sözcüğü bulamıyormuş gibi bir an durakladım. “Vefatı?”
Noyen Sert hatırı sayılır bir soluk verdi telefonun öteki ucunda.
“Dün sabah küçük doktorun uğrama günüydü. Babam böyle diyordu kıza. Küçük doktor. Ayça kızın gelip gitme saatini bildiği için, muayenesi bitsin, durum nasıl, öyle sorayım diye biraz geç aramış. Telefon açılmamış. Biraz bekleyip yeniden aramış. Yine açan olmayınca kapıcının karısını aramış, gidip bir baksın diye. İçine kötü bir şeyler doğduğu için… Kapıcının karısı çıkmış yukarıya. Babamı yatakta bulmuş. Bana haber verdiler sonra.”
Bunu bilmenin neye yarayacağını da bilmiyordum ama yine de sordum.
“Defin ruhsatını sizin küçük doktor mu verdi?” dedim.
“Hayır,” dedi Noyan Sert. “O gelememiş zaten dün. Bir işi çıkmış. Babamın hastalığını teşhis eden bir doktoru vardı, ona ulaşmaya çalıştık, bulamadık. Süleyman gidip belediyeden mi ne aldı raporu.”
Bir soluk da ben verdim. Süleyman da kim, demedim artık.
“İşte böyle,” dedi Noyan Sert, anlatılabileceklerin bittiğine işaret edercesine.
Aynı fikirde değildim ama bunu ona söylemedim. Noyan Sert aradaki boşluğu değerlendirdi.
“Ne diyorsunuz bu tabanca işine?”
Aklıma bir şey gelmiyordu. Aklıma gelen Noyan Sert’in de aklına gelmiş olmalıydı. Yine de bir deneyeyim dedim.
“Babanızın evraklarına falan baktınız mı?” dedim. “Bir ruhsat falan var mıydı? Bulundurma, taşıma?”
“Yok,” dedi. “Bakmadım. Hiç aklıma gelmedi. Denese miydim?”
“Herhalde yoktur,” dedim. “Arazi sahiplerine ruhsat verirler genellikle. Bir ihtimal dedim.”
“Yok canım,” dedi Noyan Sert. “Adamın tabancası olsa, bunca yıl bir tek kere söz etmez mi, göstermez mi? Evimizde tabanca sözünün edildiğini bile hatırlamam.”
“Nasıl bir tabancaydı?” dedim, daha önce sormayı akıl etmediğim için kendi kendime kızarak.
Bir an durakladı Noyan Sert.
“Eee, bilmem…” dedi. “Tabancadan falan anlamam ben. Öyle normal bir tabanca. Zaten şaşkınlıktan uzun uzun bakamadım bile.”
Namlunun ucunu koklayıp koklamadığını sormamın gereği yoktu herhalde. Sormadım.
“Her neyse,” dedi Noyan Sert, aramızdaki sessizliği değerlendirerek. “Bulabilir misiniz bu meret tabancanın nereden çıktığını?”
Konuşmaya başlamadan önce bir kez daha ayak değiştirdim. Telefonun ahizesini dayadığım kulağımı da. Beni çok iyi dinlemesini sağlamalıydım.
“Noyan Bey,” dedim. “Hiç sonuçlanmayacak gibi görünen şeylerden sonuçlar çıkardığım olmuştur. Deneyebilirim. Ama peşinen söylemem gerek. Bir tabancanın gelmişini geçmişini, bir şeylere karışıp karışmadığını bulabilmenin başka yolları da var.”
“Biliyorum,” dedi Noyan Sert. “Gazete okumak işimin önemli bir parçasıdır.”
“Devletin elindeki teknolojik imkânlar benim elimde yok.”
“Polise ya da savcılığa başvurmak aklımın köşesinden bile geçmedi,” dedi Noyan Sert. “Başvursam bile beni ciddiye almazlar herhalde. Ortada suç falan yok.”
“Bilemem,” dedim. “Benzer bilgilere daha karışık yollardan ulaşabilecek insanlar da var.”
Noyan Sert yorum yapmadı bu kez.
“Belki onlardan biriyle tanışmanızı sağlayabilirim. Ama uyarayım, dostlarınızın listesinde görmek istemeyeceğiniz tipte birisidir. Çıkaracağı fatura da benimkinden on kat daha kalın olur.”
“Hayır, hayır!” dedi Noyan Sert. “Hayır. Benimki… Benimki masum bir merak. Durduk yerde başıma iş açmak istemem.”
“Vallahi ben de,” dedim. “Ama nereye kadar gitmek istediğinizi bir sormam gerekirdi.”
“Teşekkür ederim. Açıkçası doğru insanla konuştuğuma şimdi daha çok inandım. Bana hakkınızda söylenenleri düşünüyorum da, siz kendi yeteneklerinizi biraz küçümsemiyor musunuz?”
Cevap vermedim. Bir soru sordum cevap yerine. Malı satmıştım. Nasıl olsa bir yerden başlamam gerekiyordu. Sonrası Allah kerimdi. Bana pahalıya patlamıştı ama malı satmıştım.
“Babanızın evine bir göz atabilecek miyim?” dedim.
“Elbette,” dedi Noyan Sert. “Bana ihtiyacınız olacak mı?”
Kendisine başka bir nedenle ihtiyaç duyuyordum ama bunu da söylemedim.
“Fark etmez,” dedim.
Konuşmanın sonunun yaklaştığını görünce rahatlamıştım biraz.
“Tamam,” dedi Noyan Sert. “Ne zaman isterseniz haber verin. Süleyman götürür sizi. Gerçi kapıcının karısında da anahtar var ama.”
“Anlaştık,” dedim. “Bu akşam bir göz atayım istiyordum.”
“Akşam olursa ben de gelirim. Evin girdisini çıktısını biliyorum nasıl olsa.”
Evin girdisini çıktısını bilenlerin gizlenen bir şeyi bulma şansının kimi zaman daha düşük olduğunun farkında değildi doğallıkla. Onu bu konuda aydınlatmayı gerekli bulmadım.
“Tabanca nerede?” dedim onun yerine. “Sizde mi, evde mi?”
“Babamın koyduğu yere bıraktım,” dedi Noyan Sert. “Yatak odasında iki kapılı kocaman bir dolap vardır. Sağdaki bölmede. Yukarıda. Şapkanın altına mı, yanına mı bıraktım hatırlamıyorum. Orada ama.”
Saatime baktım. Akşama çok vardı. Denizin kenarında biraz yürüyüş yapmak iyi gelecekti. Kadir-Muazzez Güler çiftini anardım. Olanları düşünürdüm.
“Bulurum,” dedim. “Sizin Süleyman beni yedide alabilir mi? Beşiktaş’tan?”
“Tamam,” dedi Noyan Sert. “Nerden alsın?”
“İskelenin önünde beklerim. Tam yedide.”
“Anlaştık. Mercedes’i almasını söylerim. Siyah Mercedes. Plakası…”
Siyah Mercedes’in plakasını ezberledim.
“Tamam,” dedim. “Gelirseniz görüşürüz.”
“Son anda müşterilerden biri tuhaf bir şey çıkarmazsa geleceğim,” dedi Noyan Sert hafifçe kıkırdayarak. “Hem sizle konuşacağımız bir konu daha var.”
“Konuşuruz,” dedim. Malı satmıştım nasıl olsa. Konuşmamızı tek başına gözden geçirince fiyat daha da artardı. “Hoşça kalın.”
Telefonu kapadım.
Paketimin durduğu sehpaya erişmem iki saniyeden kısa sürdü herhalde. Saldırdım.
Sigarayı yakıp üst üste iki nefes çektikten sonra etrafıma baktım. Koltukların iki yanına, sehpanın, masanın üstüne. Yıldız Turanlı geri gelmesini sağlayacak bir şey unutmamıştı arkasında. Arkasında bir sürü şey bırakarak gitmişti. Belki gelirdi, belki gelmezdi. Portmantonun oralara da baktım. Bir şey unutmamıştı.
Birkaç