Odanın aşağısına doğru ilerleyip berjer koltuğun arkasındaki ayaklı lambayı da açtım. Dönüp dolabın kapağını açtım. Yakası kürklü paltonun bütün ceplerine baktım sırayla. Elimi çektiğimde boştu.
Devam o zaman, dedim içimden. Süleyman Çiçek yanımda değildi. İstediğim gibi karıştırabilirdim ortalığı.
Nereden başlasam, diye düşündüm. Odanın girişine yürüdüm yeniden.
Yatağın başucundaki komodinin çekmecesini çektim. Kalp ilaçları falan yoktu. Bir tansiyon ölçme cihazı gördüm. Yanında bir dürbün.
Doktorların kullandığı cinstendi cihaz. Üç kollu bir ahtapot gibi yatıyordu çekmecenin içinde. Kola sarılan bölümünün üstünde bir ilaç firmasının adı yazıyordu. Sanki toparlanmadan sıkıştırılmıştı çekmeceye kullanıldıktan sonra. Dürbünü elime aldım. 9x22’lik, sevimli bir opera dürbünüydü. İki yandan katlanıyordu. Ortasında bir ayar düğmesi vardı. Gözlerime götürdüm. Odanın diğer ucuna baktım dürbünün içimden. 33’lük plakların yan kenarları bir tarağın kirli dişleri gibi göründü gözüme.
Dürbünü gözümden çekip en yakındaki pencereye baktım. Kareli perdeler manzarayı kapıyordu. Yatağa doğru biraz eğilip yatan birinin görüş alanında neler olabileceğini kestirmeye çalıştım. Bir işe yaramadı. Odanın ışıklarını kapayıp perdeleri çekmeyi sonraya erteledim.
Dürbünü yerine yerleştirip çekmecenin altındaki kapağı açtım. Boştu. Tamtakır. Bu bana tuhaf geldi. Kapadım kapağı.
Demir karyolayı terk etmeden önce elimi yatağın altına daldırıp başucundan ayakucuna kadar hızla gezdirdim. İlk ganimetim bir mendil oldu. Kullanılmamış bir mendil. Kapı tarafındaki uzun kenarda başka bir şey yoktu. Ayakucundaki kısa kenar da boştu. Pencere tarafındaki kenarın başucuna geldiğimde elim sert bir şeylere değdi.
Üç kaset çektim yatağın altından. İkisi çok kullanılmış, epeyce el değiştirmiş kutusuz VHS kasetlerdi. Üstlerindeki etiketler yolunmuştu. Üst üste birkaç etiketin yapıştırıldığı belli oluyordu yırtıklardan. Üçüncüsü, üstünde mayolu kızların fotoğrafı olan bir karton kutunun içindeki Benny Hill kasetiydi. Kutunun kartonuyla kaset arasında katlanmış bir kâğıt vardı.
Benny Hill kasetlerinin prospektüsü olmaz, dedim içimden. Kaseti kartonun içinden çektim. Dörde katlanmış bir kâğıt düştü içinden.
Acıbadem Levent Kliniği’nin logosunu görür görmez cebime attım katlanmış kâğıdı.
Kasetleri yerine yerleştirdim. Mendili de.
İkinci odaya doğru ilerledim. Daha bakılacak yerler vardı. Sonra durdum. Mesanemde beliren baskının ikinci dalgasını bir kez daha ertelememeye karar verdim. İlk kez işemeyecektim izinli ya da izinsiz girdiğim yabancı evlerde.
Geri döndüm. Yatağın yanından hızla ilerledim. Odadan çıktım. Bir elimle yatak odasının hemen yanındaki banyonun kapısına el atarken öbür elimle elektriğin düğmesine bastım.
Kapıyı açtım.
Keşke açmasaydım, dedim içimden. Ama açmıştım.
Süleyman Çiçek artık hiç ama hiç itiraz edemeyecekti Gülsüm ve Nurullah Sert’in evlerinin ötesini berisini kurcalamama.
Bölüm 6.5
Başka hiçbir şeye de itiraz edemeyecekti.
Gözleri belirgin bir hayretle apaçık, banyonun beyaz karolarının üstünde yatıyordu sırtüstü.
V yakalı sarı kazağının tam kalbine denk geldiğini sandığım bölgesinde koyu bir kırmızılık vardı.
Elim kapının kulpunda, kalakaldım.
Hassiktir, dedim içimden. İş boka sardı. İş iyice boka sardı.
Süleyman Çiçek lavabonun hemen altında, başı küvete doğru yatıyordu. Kendisini şaşkına çeviren kurşunu yedikten sonra yere düşerken kafasını küvetin kenarına vurmuş bile olabilirdi. Ayakları çıplaktı. Pantolonunun paçaları kıvrılmıştı. Gözüm Süleyman Çiçek’in çıplak ayaklarından, lavabonun bana yakın tarafının altında duran terliklerine kaydı. Çorapları terliğin açık kısmından burnuna doğru tıkıştırılmıştı.
Yatsıyı kılmak nasip olmadı adamcağıza, dedim içimden.
Canım sigara çekti birden.
Kapının dibinde durup banyonun içini olabildiğince hızla gözden geçirdim. Havada belli belirsiz bir yanmış barut kokusu vardı. Klozetin tam üstündeki ufak havalandırma deliğine baktım. Açıktı.
Yere eğildim.
Üzerine basılmış gibi yassı duran iki küçük yün parçasını elime aldım. Sonra bıraktım yere.
Hassiktir, dedim bir kez daha.
Ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. Teorik olarak Süleyman Çiçek’i canlı olarak en son gören insan bendim. Tabii sorarlarsa. Sormalarına izin verirsem.
Tabancayla kalbinden vurulmuş bir adamla birlikte bulduğumuz tabanca evdeydi Allah’tan.
Evin her yanında parmak izlerim vardı. Silme uğraşına girmeyi aklımdan çıkardım. Nasıl olsa tuvalete bir önceki ziyaretimde de girmiştim.
Ama zamanım azdı.
Süleyman Çiçek’in üstünü aramakta yarar olabilirdi belki. Sonra vazgeçtim. Ceplerinde işe yarayacak bir şey olsa, tetiğe basan parmaklar yoklamışlardır nasıl olsa dedim içimden. Yıldız Turanlı olsa, “Korktun köftehor, ölüye dokunmaya; kendini kandırıyorsun!” derdi, diye düşündüm. Kendi kendime gülümsemedim ama.
Kapıyı kapamadan önce bir kez daha baktım Süleyman Çiçek’in yüzüne.
Şaşkındı gerçekten.
Kusura bakma, dedim içimden, banyonun kapısını kapamadan önce.
Sırtımı kapıya dayayıp derin bir nefes aldım dışarıda. Biraz düşünmeye çalıştım.
Katil banyoya girip kapıyı ardından kapadıysa, dışarıya fazla ses gitmemiştir diye düşündüm. Tabancanın önüne tutulmuş kırlent yastığın arkasından hiç. Öyleyse komşuların polise haber vermelerinden endişe etmeyebilirdim. Zaten bunun için epey vakit geçmişti. Sırtlarında Olay Yeri İnceleme yazan adamlar çoktan doldururlardı burayı.
O yüzden, kendime başladığım işi bitirecek kadar zaman vereyim, dedim içimden. Hızlı ama. Sallanmadan.
Mesanemi boşaltma işini tümden erteledim. Saatime baktım.
Hadi Remzi Ünal, dedim kendi kendime.
Birleştirilmiş yatak odasına girdim. Yatağın yanından hızla ilerledim. Dolaba bir baktım. Samsonite bavulu Noyan Sert doldurduğuna göre ilginç bir şey olma ihtimali düşüktü. Odanın dibindeki camekânlı kütüphanenin önüne çömeldim. 33’lüklerden ilkine el attım.
Devam edemedim ama. Daha ilk plağın kapağına bile bakamadım. Arkamda bir şeyler oluyordu.
Odanın kapısındaki hareketlenmeyi belli belirsiz sezdim. Eyvah, polis, dedim içimden.
“Hırsız! Vallaha hırsız!” diye bağırdı cırtlak sesli bir kadın.
Döndüm.
“Kıpırdama