Caitlin omuzlarıyla geriye doğru yay çizdi, kanatlarının yerinde olduğunu ve sonunda hazır olduğunu hissetti. Bu yolculuk diğerlerine göre daha iyi geçmişti. Belki de sonunda zamanda yolculuğa alışıyordu.
“Hazırım, ama yürümeyi tercih ederim. Buraya daha yeni ayak bastığımız için ben de herkes gibi buranın iyi kötü her şeyini bizzat yaşamak isterim.”
Ve ayrıca yürümek daha romantik diye düşündü ama bunu söylemedi.
Caleb aşağı doğru baktı ve ona gülümsemekle yetindi. Caitlin, Caleb’in düşüncelerini okuyup okumadığını merak etti.
Caleb gülümseyerek elini uzattı, Caitlin onu aldı ve ikisi beraber merdivenlerden inmeye başladılar.
Kiliseden çıktıklarında, Caitlin uzakta bir nehir, neredeyse kırk beş metre ötesinde genişçe bir yol ve üzerinde “King Sokağı” yazan kabaca oyulmuş ahşap bir levha fark etti. Sağa ya da sola dönme seçenekleri vardı. Solda şehir daha yoğun görünüyordu.
Sola döndüler, kuzeye doğru nehre paralel olan King Sokağından yukarı çıkmaya başladılar. Yürüdükçe, Caitlin gördüklerinden duyduğu seslerden hayrete düşüyordu. Sağ taraflarında bir dizi büyük, ahşap evler, harika mülkler; beyaz dış kaplaması, kahverengi çerçeveleri ve sazdan yapılabilecek en iyi çatısıyla Tudor malikanesi vardı. Sol taraflarında ise Caitlin, kırsal ekilebilir arazi parsellerini görünce şaşırdı. Gördüğü manzarada ara sıra küçük, mütevazı evler ve otlayan koyunlar ve inekler vardı. 1599’ların Londra’sı Caitlin için büyüleyiciydi. Sokağın bir yanı kozmopolitan ve varlıklıydı, diğer yanındaysa çiftçiler yaşıyordu.
Sokağın kendisi de başlı başına bir merak konusuydu. Yürüdükçe ayakları neredeyse çamura saplanıp kalıyordu, bütün bu insan ve at trafiğinden dolayı çamur daha da gevşemişti. Bu bile başlı başına katlanılmaz bir durumdu, ama bütün bu çamuru daha da berbat yapan şey ise içinde vahşi köpeklerin bıraktığı ya da insanların pencerelerden aşağı boşalttıkları dışkılardı. Gerçekten onlar yürüdükçe, pençelerin panjurları belirli aralıklarla açılıyor ve yaşlı kadınlar ev halkının pisliklerini panjurlardan başını çıkaran kovalarla aşağıya boşaltıyorlardı. Venedik’ten, Floransa’dan ya da Paris’den daha berbat kokuyordu. Zaman zaman Caitlin’in neredeyse midesi ağzına geldi ve keşke burnuna tutmak için o küçük parfüm kokan keselerden biri yanında olsaydı diye düşündü. Neyseki en azından hala Aiden’ın ona Versay sarayında vermiş olduğu kullanışlı spor ayakkabılarını giyiyordu. Çünkü bu sokakta topuklularla yürümeyi hayal dahi edemiyordu.
Bunların yanında, bu garip ekilebilir arazi ve büyük mülklerin karışımı ile ortaya çıkan birbirinin içine geçmiş görüntü aynı zamanda mimarinin ender marifetlerinden biriydi. Caitlin şurda burda aslında 21.yüzyıl resimlerinden tanıdığı bazı yapıları görünce hayrete düştü. Bunlar şatafatlı kiliseler ve az rastlanan bir saraydı.
Yol büyük, kemerli bir kapının önünde aniden kesildi. Kapının önünde üniformalar içinde pek çok nöbetçi duruyor, ellerinde mızrakları tetikte bekliyorlardı. Ama kapı açıktı ve onlarda yürüyüp içeri girdiler.
Bir taşın üzerine çakılan bir levhada “Whitehall Sarayı” yazıyordu. Sarayın uzun, dar avlusunda yürümeye devam ettiler, ardından önlerine çıkan başka bir kemerli kapıdan geçerek tekrar ana yola ulaştılar. Sonunda dairesel bir kavşağa yaklaştılar, orada yer alan bir levhanın üzerinde “Charing Cross” yazıyor ve tam ortasında büyük dikey bir abide yükseliyordu. Yol sağa ve sola doğru ikiye bölünüyordu.
Caitlin “Hangi yoldan gidelim?” diye sordu.
Caitlin böyle sorunca Caleb kendini baskı altında hissetti. Sonunda “İçgüdülerim bana nehre yakın durmamızı ve sağa ayrılan yoldan gitmemizi söylüyor,” dedi.
Caitlin gözlerini kapadı ve o da hissetmeye çalıştı. “Katılıyorum,” dedi ve ekledi, “Tam olarak ne aradığımız konsunda herhangi bir fikrin var mı?”
Caleb başını iki yana salladı. “Sen de benim kadar iyi fikir yürütebilirsin.”
Caitlin yüzüğüne baktı ve bir kez daha bilmeceyi sesli bir şekilde okudu.
Bu ne ona, ne de Caleb’e hiçbir şey ifade etmedi.
Caitlin “En azından Londra diyor,” dedi. “O zaman sanırım doğru yoldayız. İçgüdülerim bana daha fazla içeriye gitmemiz, şehrin derinliklerine dalmamız gerektiğini söylüyor. Böylece gördüğümüzde aradığımız şeyin ne olduğunu anlarız.”
Caleb de aynı fikirdeydi ve Caitlin onun elini sıktı. Sağa döndüler, nehre paralel bir yolu izleyerek “The Strande” yazan bir tabelayı takip ettiler.
Bu yeni sokak boyunca ilerledikçe, Caitlin alanın gittikçe daha fazla sıklaştığını fark etti. Sokağın iki yakasında da bir sürü ev birbirine bitişik inşa edilmişti. Şehrin merkezine yaklaşmışlar gibi geldi. Ayrıca sokaklar daha fazla kalabalıklaşmaya başlamıştı. Hava harikaydı—Caitlin için sanki sonbaharın ilk günü gibiydi ve güneş sürekli parlıyordu. Caitlin bir an hangi ayda olduklarını aklından geçirdi. Nasıl zamanın kontrolünü kaybettiğine şaşırmıştı.
En azından çok fazla sıcak değildi. Ama sokaklar giderek daha fazla insanla doldukça Caitlin klostrofobik duygular hissetmeye başladı. Modern zamanın entelektüelliğine sahip olmasa da devasa metropolit bir şehrin merkezine yaklaştıkları kesindi. Caitlin şaşkındı: eski zamanları hep daha az insanın olduğu daha az kalabalık yerler olarak hayal etmişti. Fakat gerçek bunun tam tersinin doğru olduğuydu: sokaklar gittikçe daha bir hıncahınç doldukça Caitlin buraların ne kadar kalabalık olduğuna inanamadı. Bu ona yeniden 21.yüzyılın New York’unda olduğunu hatırlattı. İnsanlar dirsek dirseğe birbirini itip kakıyor ve geri dönüp özür bile dilemiyorlardı. Aynı zamanda da leş gibi kokuyorlardı.
Bu manzaraya ek olarak, her köşede sokak satıcıları vardı, saldırgan bir şekilde mallarını satmaya çalışıyorlar ve her yöne doğru komik Britanya aksanıyla bağırıyorlardı.
Sokak satıcılarının sesleri durulduğunda, havaya diğer başka sesler hakim oldu: bunlar vaizlerin sesiydi. Caitlin her yerde geçici platformlar, sahneler, sabun kasaları ve kürsüler gördü. Vaizler bunların üzerine çıkıyor ve duyulmak için olanca sesleriyle bağırarak kitlelere sesleniyorlardı.
Bir papaz “İsa TÖVBE edin diyor!” diye bağırdı. Orada başında komik silindir bir şapka ve gözlerindeki sert ifadeyle duruyor, kalabalığa genel bir bakış atarak onları gözden geçiriyordu. “Diyorum ki BÜTÜN TİYATROLAR kapatılmalı! Boşa geçen tüm zamanlar YASAKLANMALI! İbadethanelerinize dönün!”
Bu Caitline New York’ta sokak köşelerinde vaaz veren insanları hatırlattı. Bir bakıma hiçbir şey değişmemiş gibiydi.
Sokağın tam ortasında başka bir girişin önüne geldiler, önlerine çıkan tabelada “Temple Barre, Şehir Kapısı” yazıyordu. Caitlin şehirlerin gerçekten kapılarının olduğunu görünce hayret etti. Bu büyük, heybetli kapı insanların içinden geçip gitmesi için açık duruyordu. Caitlin gece olunca kapatıp kapatmadıklarını merak etti. İki yanında da pek çok nöbetçi duruyordu.
Fakat bu kapı farklıydı: aynı zamanda bir toplanma yeri gibi görünüyordu. Etrafında büyük bir kalabalık sürü gibi birbirine sokulmuştu ve oldukça yüksekte küçük bir platform vardı. Orada elinde kırbaç tutan bir muhafız duruyordu. Caitlin yukarı baktı