Komutan sözlerini bitirdikten sonra uzaklaştı, Amuba ise kraliyet konutuna girdi. Kralın naaşı ana odada, salonun ortasındaki sedirin üzerine bırakılmıştı. Kraliçe yanında sessizce oturmuş yas tutuyordu; hizmetçilerse bu sırada yüksek sesle haykırıyor, üzüntüden ellerini ovuşturuyordu; ağıtları havada yankılanıyor, kralın kişiliği ve yiğitliğine düzülen övgülere karışıyordu. Amuba annesinin yanına geldi. Oğlunu gören kraliçe dönüp ona sarıldı.
“Tanrılara şükürler olsun oğlum, seni bana bağışladılar fakat başımıza gelen ne üzücü bir kayıp, ne korkunç bir kayıp!”
“Evet anne, öyle. Babam dünyanın en iyi babasıydı. Ama yalvarırım anne, bir süreliğine üzüntünü bir kenara bırak, babamın yasını tutup arkasından ağlamak için daha sonra zamanımız olacak. Hepimiz cesur olmak zorundayız. Birkaç saat içinde Mısır ordusu surlarımıza dayanacak ve savunma için herkese ihtiyaç var. Ben askerler arasında yerimi almaya gidiyorum, onları cesaretlendirmek için elimden geleni yapacağım ama şehirdeki karmaşa feci bir hal almış durumda. İnsanlar kocalarını, babalarını kaybedip kaybetmediklerini bilmiyorlar, kadınların feryatları ve ağıtları da yalnızca askerlerin moralini bozup cesaretini kırıyor. Bence eğer istersen çok şey yapabilirsin anne ve eminim tanrıların yanında istirahat eden babam da senin burada oturup ağıt yakmandan çok kendini halkının selametine adadığını görmek isterdi.”
“Peki, ama ne yapabilirim?”
“Bence bir arabaya atlayıp kentin sokaklarını dolaş anne, kadınlara kraliçelerini örnek almalarını ve düşman püskürtülene kadar kayıplarının yasını ertelemelerini söyle. Herkesin şehrin savunması için üzerine düşeni yapması gerektiğini söyle, herkesin yapabileceği bir şey var; surlara taş taşımak, savaşan erkekler için yemek yapmak, saldırının en yoğun olduğu yerde sur içlerine taşınmak için hayvan postlarını hazır etmek, askerlerimizi oklardan korumak. Bu ve diğer görevlerde herkes kendine yapacak bir iş bulabilir, böylece kentin savunması için çalışırken kadınlar da keder ve endişelerinden bir süre için de olsa sıyrılmış olurlar.”
“Söylediklerin çok doğru Amuba, hepsini yapacağım. Buraya bir araba gönder. Hizmetçi kızlarımı da yanımda götüreceğim, şuradaki iki tellala da söyle, hazırlanıp önümüzden yürüsünler. Böylece insanların susup dinlemelerini sağlarız, yoldan geçerken söylediklerimi de duyurabilirim. Sen çatışmadan nasıl kurtuldun?”
“Vefakâr Jethro beni kurtarıp oradan çıkardı anne, yoksa ben de ölecektim, şimdi izninle surlara gideceğim.”
“Git Amuba, tanrılar seninle olsun. Ama güç toplamak için önce bir şeyler yemelisin oğlum.”
Amuba başka bir odada önüne konulan yemeği hızla yiyip bir kadeh şarap içti ve doğrudan surlara gitti.
Gördükleri yürek parçalayıcıydı. Ova boyunca aceleyle şehre gelmeye çalışan bir sürü asker vardı, aralarından ise Mısır savaş arabaları hızla geçiyor, onları alaşağı edip katlediyordu ama askerler direnmeye devam ediyordu. Rebu askerleri disiplinliydi, savaş arabaları üzerlerine akın ederken ufak gruplar bir araya geliyor, kalkanlarını birleştirip mızraklarını çıkarıyordu; dairenin içinde kalanlar da ya ok atıyor ya da sapanla taş fırlatıyordu. Oklarla yaralanan atlar çoğunlukla sürücülerine itaat etmeyi bırakıp aceleyle doğrudan ovaya koşturuyordu; diğerleri de galeyana gelip kendilerini delik deşik eden mızraklarla ölüyordu, bu sırada mızraklı birliklerin arasına karışan savaş arabalarında çoğunlukla kimse olmuyordu.
Böylece, birçok asker ölmüş olsa da çok sayıda asker de kentin kapısına ulaşmayı başardı; Amuba surlara vardığında savunma için elde bulunan asker sayısı bir hayli artmıştı. Çok sayıda Mısır arabası gelse bile gece olduğunda asıl Mısır ordusu görünürde yoktu. Karanlık çöktükten sonra tepelere kaçmış olan çok sayıda Rebu birliği kente geri döndü. Diğer Rebu şehirlerinden gönderilen askeri birliğe bağlı adamlar haliyle hemen kendi şehirlerine döndüler ama ordu yola çıktığında şehri korumak için geride kalan altı bin asker şafak sökmeden dört katına ulaştı.
Bu sayı savaşa katılmış olan ordunun yarısından biraz fazla olmasına rağmen bu kadar çok sayıda firarinin geri dönmesi şehre çökmüş olan panik ve perişanlık halini oldukça hafifletti. Öldüğünü sandıkları kocaları ve oğulları dönen kadınlar bu sebeple sevindi, dostları henüz dönmemiş olanlarsa yeni gelenlerin sevdiklerinin kurtulmuş olabileceğine ve yakında geri dönebileceklerine dair anlattıklarıyla ümitlendi. Kraliçenin örnek olması şimdiden şehre özgüvenini yeniden kazandırmıştı. Herkes kralla kraliçe arasındaki derin sevgiyi biliyordu, kadınlar da onun kederini bir kenara bırakıp böyle bir zamanda sakin ve cesur kalarak insanlara örnek olduğunu görünce kendilerine yakışanın da endişelerini bir kenara bırakıp kentin savunması için ellerinden geleni yapmak olduğunu düşündüler.
Amusis savaştan dönen herkesin bu gece evlerine gidip dinlenmesini emretti, şehirde kalan birlik surlarda nöbet tutacaktı. Fakat sabah olduğunda hepsi çalan borazan sesiyle toplanıp ait oldukları bölük ve taburlara göre dizildi. Bunların arasında muharebede ağır darbe alan bazı gruplarda hayatta kalan bir avuç kişi bulunuyordu, diğerlerinde ise görece daha fazla sayıda asker vardı; bunun üzerine zayıf taburlar güçlü olanlarla birleştirildi, kayıp subayların yerine yenileri atandı, cephaneler kontrol edildi ve tüm eksiklikler depolardan tamamlandı.
En çok tehdit altında bulunan noktalara gönderilmek üzere on bin adam yedekte bekletildi, geri kalanlar ise korumaları gereken sur bölümlerine dağıtıldı. Gün doğar doğmaz kadınlar gece ara verdikleri işlerine devam edip kafalarının üzerinde sepet sepet taş taşıyarak uzun bir sıra halinde surlara gittiler. Kullanılmayan evler taş ve kereste için yıkıldı, düşmanın üstüne atmak için hazırda bulunsun diye kadınlar gruplar halinde keresteleri halatlarla surlara taşıdı. Çocuklar bile işin ucundan tutup Amusis’in surların güçlendirilmesi için emir verdiği bölümlere ufak sepetlerle toprak taşıdı.
Şehrin konumu savunma yapılacak şekilde belirlenmişti. Ovadan on beş metre kadar yükseklikte kayalık bir platodaydı. Doğusunda Hazar Denizi vardı, kalan üç tarafını ise taşlarla kabaca örülmüş topraktan yüksek bir sur kaplıyor, platonun sınırları boyunca ilerliyordu; üzerinde birbirinden yaklaşık elli metre mesafede kuleler yükseliyordu. Surların çevresi tam tamına üç mil uzunluğundaydı. Merhum kralın büyükbabası tarafından kurulduğu günden beri bu kent kimi zaman kuşatma altında kalmış olsa da hiçbir zaman işgal edilmemişti, Rebulular da artık Mısırlıların savaş arabalarından korkmadıkları için düşmanlarının tüm uğraşlarına karşı başarılı bir şekilde direniş göstermeyi tüm kalpleriyle ümit ediyorlardı.
Öğleyin Mısır ordusunun yaklaşmakta olduğunu gördüler, şehrin muhafızları her ne kadar kendilerine güvense de ovada görünen devasa ordu karşısında kaygılanmadan edemediler. Mısır ordusu üç yüz bin kişinin üzerinde, güçlü bir orduydu. Askerleri silah ve uyruklarına göre düzgün bir sırada hareket ediyordu. Orduda Nübyeliler, Sardinyalılar, Etrüskler, Oskanlar, Daunlar, Maziceler, İberya’dan bir ırk olan Kahakalar ve Mısırlıların ilişkili olduğu bütün kabile ve halklardan grup grup paralı askerler vardı.
Sardinyalılar yuvarlak kalkanlar, üç dört mızrak ya da cirit, uzun, düz bir hançer ve sivri uçlu, üzerinde yuvarlak bir bilye bulunan bir miğfer taşıyorlardı. Etrüsklerin kalkanı yoktu, düz hançer yerine de ağır ve kıvrımlı bir kesme bıçağı taşıyorlardı; başlıkları ise biçim olarak günümüzde Ermenilerin taktıklarına çok benziyordu.