Eğilerek selamladım. “Tavsiye için teşekkürler maestro. Bundan sonra aklımda tutacağım.”
Muhafızlara uzaklaşmaları için el salladı, onlar da itaat ettiler. (Evet, Bramante’nin papalık muhafızlarına komuta etme yetkisine sahip olduğunu aklımın bir köşesine yazdım.) Görünüşüme burun kıvırdı. Gömleğimin kollarından biri eksikti, pembe kadife yeleğim yandan yırtılmıştı ve şapkam gitmişti – saçıma yanlışlıkla takılmış bir tüy bile yoktu. Dizlerime ve çizmelerime çamur bulaşmıştı ve bu çamur kırmızımsı kahverengi bir kil bile değildi; kasvetli, kül rengi bir griydi. Ayrıca bir haftadır sokaklarda yatıyormuşum gibi – ki zaten öyleydi – kokuyordum. “Papa Hazretleri’ni Urbino’nun gerçekten de medeniyetten nasibini almamış ufak bir yer olduğuna ikna etmeye mi çalışıyorsun? En azından saçını tara,” diye emir verdi Bramante kendi tertemiz yeşil kadife ceketini düzeltirken.
Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirdim, yırtık yeleğimi düzelttim ve popomdaki tozları silkeledim. Gömleğimin ikinci kolunu da yırtmayı ve bunu yeni bir moda olarak ilan etmeyi düşündüm ama tekrar düşününce vazgeçtim. “Belki ceketinizi ödünç alabilirim maestro, olmaz mı?”
“Ben de Papa’nın huzuruna gömleğimle çıkayım öyle mi?” Burun delikleri inanılmaz bir şekilde şişti. “Papa Hazretleri hâlâ burada olduğu için şanslısın.”
Çocukken, ne zaman babamın ibadet resimlerinden birini kopyalayıp sonrasında gururlu görünsem annem kulağımdan tutar, yere çöktürür, dizlerim uyuşana kadar alçakgönüllülük için dua ettirirdi. Ve ben hâlâ ne zaman kendini beğenmiş göründüğümü biliyorum çünkü dizlerim sızlıyor. O gün, Papa’yla buluşmak için Sistine Nehri’ni boydan boya geçerken dizlerim, bacaklarım ve hatta ayaklarım diken diken olmuştu.
Papa II. Julius, Sistine Şapeli’nin ortasında duruyordu. Kırmızı cüppeli kardinallerden oluşan bir maiyetle çevriliydi; uzun, bembeyaz cüppesini, geleneksel beyaz takkesini ve ünlü kırmızı ayakkabılarını giymişti. Ve büyük bir göksel ışık sütunu, yüksek bir pencereden içeri girip onu inci gibi bir parıltıyla örtüyordu! Şaka yapıyorum sì certo, böyle bir ışık yoktu. Duymuş olabileceğinizin aksine, o da herhangi bir adam gibi yaşlanmıştı; beyaz bir şapkanın altından çıkan gri saç tutamları, kırışıklar, solmuş ayçiçekleri gibi sarkık yanaklar… Bir zamanlar ünlü bir Adonis olarak nam saldığını duymuştum; gençliğim gittiğinde ben de mi böyle görünecektim? Efsanevi öfkesi en azından yerli yerindeydi çünkü uzun, altın kaplamalı bastonunu…
Aynı darmadağın siyah saçlar, aynı ıstıraplı yüz hatları, aynı hantal iş botları…
Michelangelo.
Heykeltıraş Papa’nın bastonunu kaptı ve homurdandı, “Beni niye suiistimal ediyorsunuz? Şu mübarek ve imkânsızı işi isteyen sizsiniz!” (Aslında söylediği kelime mübarek değildi.)
Tartışmalar sırasında kendimi iyi hissetmiyorum – tartışanlar başkaları olsa bile – bu yüzden Papa karşılık vermek üzereyken neredeyse aralarına girecektim ama Bramante beni tuttu, “Bırak da bir kez olsun kendi mezarını hazırlasın.”
Benim yerime kırmızı cüppeli bir kardinal Michelangelo’nun önüne geçti. “Mi dispiace, Papa Hazretleri. Kardeşime bakmayın siz.” Yumuşak teni ilerlemiş yaşını gizleyen, gerdanı kat kat olmuş bir adamdı; nasıl oluyordu da zengin adamlar her zaman genç görünüyordu? Onu Rosselli’nin portresinden hemen tanıdım: Il Magnifico’nun oğlu Floransalı Kardinal Giovanni de’ Medici. Söylentilere göre Michelangelo, Medici sarayında bu kardinalle beraber, onun erkek kardeşi gibi büyümüştü, bu yüzden kardinalin “Küçüklüğümüzden beri geçimsizdi,” derken koruyucu bir tavır almasına şaşmamak gerek.
Papa, “Sanatçımız hakkında bu şekilde konuşma,” diye kükredi. “Geçimsiz zavallı sensin.” Sopasını kardinalin kafasına doğrulttu.
İşte tam o an, Bramante beni Papa’ya takdim etmeye karar verdi. Her zaman bunun yaşlı mimarın nezaketi olduğunu varsaymışımdır. “Papa Hazretleri, hakkında çok şey duyduğunuz Urbinolu genç ressamı takdim etmeme izin verin.” Papa’nın burun delikleri şişti. Medici kardinalinin gözleri kısıldı. Ama görünüşe göre Bramante acele ettiği için zamanlamasının tuhaflığını fark etmemişti. “Genç ve delicesine yetenekli. Hemşerim ressam ve şair Giovanni Sanzio’nun oğlu, Pietro Perugino’nun öğrencisi, yeğeniniz Urbino Dükü Francesco Maria’nın tebaasından ve ünlü Meryem Ana tablolarının ressamı: Raffaello Sanzio da Urbino.”
Bramante farkında olmadan parmak uçlarında zıplarken, şapelin fresklerinden birinin içinde kaybolmayı, hatta belki de Signorelli’nin Ahit ve Musa’nın Ölümü eserindeki seyircilerden biri olmayı diledim. İyi olurdu. Bunun yerine Papa Julius, kılık kıyafetime bakarak suratını buruşturup “Bugünlerde sanatçılara nasıl giyineceklerini öğretmiyorlar mı?” derken orada dikilmek zorunda kaldım.
Elimden geldiğince canlılıkla gülümsedim ve iyi bir saray mensubunun yapacağı şeyi yaptım: Dikkatleri sosyal gariplikten uzaklaştırıp başka bir şeye odakladım. “Papa Hazretleri, meslektaşımı affetmelisiniz,” – başımı Michelangelo’ya doğru kaldırdım – “öfkesi insanları üzebilir ama onun işine bu kadar canlılık veren de bu ruhtur.”
Michelangelo, Kardinal de’ Medici’ye inanamayan gözlerle baktı ve Papa bastonunu indirerek, “Öyle. Siz ikiniz nereden tanışıyorsunuz?” dedi.
“Ben… Ben…” diye kekeledi heykeltıraş yüzümü inceleyerek.
Lütfen beni hatırlama, lütfen beni hatırlama. Yüz hatlarımı gölgede bırakmayı umarak hürmet ediyormuş numarasıyla başımı eğdim. “Maestronun beni hatırlaması için bir neden yok efendimiz,” dedim. “Meslektaşım derken, ikimizin de aynı zamanlarda Floransa’da sanatçı olduğumuzu kastediyorum. Oldukça gençtim, o zamanlar sadece bottega’mı işletiyordum. Beni fark etmek için hiçbir nedeni yoktur. Henüz d’Este ailesi, Oddi veya Colonna, Baglioni veya…”
Papa, bu isimler listesinin arasında kemikli elindeki kutsal yüzüğünü bana uzattı. Diz çöktüm, yüzüğü öptüm ve şöyle dedim: “Dünyanın bir parçasını biraz daha güzelleştirmek için Papa Hazretleri’nin bana biraz tahta veya duvar bağışlayacağını umuyor ve kendimi mütevazı bir hizmetkâr olarak size sunuyorum.” Tekrar ayağa kalktım. “Papa Hazretleri Floransalıyı işe almakla üstün bir zevk sahibi olduğunu göstermiş; bu yüzden biraz küstahlık etmeme izin verirseniz, onun mermerde yapabildiğini benim resimde nasıl başardığımı size göstermeyi çok isterim.” Eskiz defterimi uzattım.
Papa, “Böyle bir küstahlıktan zevk almamız gerektiğine inanıyoruz,” dedi.
Bakışlarımı başka tarafa çevirdim – asillerin her zaman gözlerini ilk kaçıranın karşıdaki kişi olmasını tercih ettiklerini düşünmüyor musunuz? – ama defterimi Papa’nın uzun, açık parmaklarına uzatırken Michelangelo eskiz defterimi kutsal elinden kaptı.
Gözlerim aniden heykeltıraşın bakışıyla buluştu ve orada hayatımda gördüğüm en korkunç şeylerden birini buldum: tanınma. “Şapelimden defol.”
Papa, “Bu delikanlının önemsiz çalışmalarını görmek istediğimize inanıyoruz,” dedi.
“Efendimiz, bu adam bir hırsız.” Michelangelo’nun alnındaki mavi bir damar zonkluyordu.
Papa’nın bakışları bana döndü.
Yere