Heykeltıraşın atölyesinin yerini tahmin etmek için simyacı olmaya gerek yoktu. Kapı kolu, mermer tozuyla örtülmüştü. Bir ağaçkakan gibi kapıyı çaldım. “Michelangelo?” Yemin ederim kapı kendi kendine açıldı, itmeme bile gerek kalmadı. İçeride uzun, dar bir merdiven – ayrıca alçak bir tavan ve loş ışık – ve merdivenlerin sonunda başka bir kapı vardı. Yukarı çıkarken prova yaptım: “Eskiz defteri insanın kalbi gibidir, maestro. Tavanımı zaten aldın, üstüne bir de kalbimi almayacaksın, değil mi?” Michelangelo’nun evdeyken nasıl olduğunu bilirsiniz: İnini savunmaya hazır olduğunu size bildirmek için çok ses çıkaran bir kurt gibi. Ama o gün hiçbir şey duymadım. “Michelangelo?” Merdivenlerin başındaki kapı da açıktı; sadece kilidi açık değildi, aynı zamanda aralık bırakılmıştı. İçeride olduğunu varsaydığımı söylediğimde bana inanın. O evde yokken atölyesine girmeyi bir kez bile düşünmemiştim. Emin olun ve bunu ona da söyleyin.
“Michelange…” Atölye dağınıktı. Oyma aletleri, çizimler, tebeşir, kâğıt, taş parçaları, kil modeller, hepsi beyaz mermer tozuyla kaplıydı. Orada değildi – orada kimse yoktu – ama hâlâ onun titreşen, hüsrana uğramış enerjisini, çalışma öfkesini hissedebiliyordum. İşle alakası olmayan tek şey, bir duvarda asılı küçük bir tahta haçtı, ama gerilen kasların görünümüne bakılırsa onu da Michelangelo yapmıştı. Eskiz defterimi aramaya başladım; masalardaki, raflardaki, kutuların içindeki, pencere pervazlarındaki kâğıt yığınlarını karıştırdım. İşte o zaman Michelangelo’yu aşağıdaki meydanda, mermer ormanından geçerek atölyeye doğru yürürken gördüm. Beni izinsiz şekilde girdiğim bu yerde bulursa…
Kapıyı hızla kapatıp kilitledim ve sonra bir kaçış yolu aradım ama tek görebildiğim çekiçlerdi – biri masada, diğeri sandalyede, ikisi yerde. Kafatasımı parçaladıklarını hayal ederken başıma ağrılar giriyordu. Pencereden şöyle bir bakınca atlayamayacağım kadar yüksek olduğunu anladım. Odanın diğer tarafında bir kapı daha vardı ama kilitliydi. Bana gereken şey bir anahtardı. Nereye saklamıştı? Kapı pervazı, döşeme tahtası, pencere pervazı… Hayır, hayır, hayır. Aşağıdaki kapı çarptı ve iş botları merdivenlerden yukarı çıktı, bu sesi başka bir şeyle karıştırmam olanaksızdı. En azından merdiven çıkma konusunda yavaş ve dikkatliydi.
Bu ikinci kapı bir çıkıştı, bir çıkış, bir çıkış… Sì certo, bir çıkış! Gerçekten de o haçın arkasında asılı duran bir anahtar vardı. Ayak sesleri gittikçe yaklaşırken ellerim titriyordu ama o en üst basamağa varmadan kilidi çevirdim. Kapıyı açınca karşımda karanlık bir geçit belirdi. Pencere yok, meşale yok ve bir şey yakmaya vaktim de yoktu. Bu geçit nereye gidiyordu? Diğer taraftan çıkış var mıydı? Michelangelo’nun anahtarının ön kapıdan çıkarıldığını duydum. Oraya düştüğünü düşünmesini umarak anahtarımı haçın altına fırlattım ve ön kapı açıldığında kapıyı arkamdan çekip karanlığa gömüldüm. Önümü hiç görmeden o geçitten aşağı inmekten ve Eskilerin Yazgısı’nın hâlâ benim tarafımda olmasını ummaktan başka çarem yoktu.
XII. Bölüm
Gözbebeklerinizi bir tarafa kaydırdığınızda, kaşınızın burun kemiğinize doğru kıvrıldığı kısmı görebileceğinizi biliyorsunuz, değil mi? Şimdi aşağı bakın, burnunuzun ucunu ve onun ötesinde de göğsünüzün belli belirsiz hatlarını görebilirsiniz. O geçit o kadar karanlıktı ki bunların hiçbirini göremiyordum. Kolumu yukarı kaldırdım ama nafile. Gömleğimin parıldayan krem rengi kumaşını bile göremiyordum. Maria Vergine, kör olmak ve renkleri bir daha asla görememek…
Michelangelo’nun atölyesinde dolaştığını duyabiliyordum, bu yüzden karanlığın içinde hızla ilerledim. Ben onu duyabiliyorsam, o da beni duyabilirdi. Her bir ayağımı kaygan taş zeminde ileri doğru kaydırdım, bir kabarıklık varsa hissetmeyi umdum. Uno, due, tre, quattro… Geçitte küf kokusu vardı ve bir de…kan kokusu muydu bu? Belki de Michelangelo beni yakalamış ve çekiciyle kafama vurmuştu; belki de ölü olmak böyle bir şeydi. Daha hızlı yürüdüm. Gümbürtüler ve gıcırtılar yankılanıyordu; bütün bunlar da neydi? Fareler mi? Koşmaya başladım. Biri nefes mi alıyordu? Orada benim dışımda biri daha var mıydı? Ayağım bir duvara çarptı ve hiç düşünmeden ellerimi kaldırdım; bir şeye çarpmıştım ama neydi bu? Elimle tuttuğum şey bir kulp muydu? Ve bunlar da menteşeler miydi? Evet, evet. Bir kapı! Kolu tekrar tekrar çektim ama kilitliydi. Bu ciyaklayan farelerin sesi neden bu kadar yüksek çıkıyordu? Kapıya vurdum. “İmdat!” Tekme attım ve “Lütfen açın!” diye bağırdım. Derken…
Kapı açıldı. Karanlıktan çıkmak için çaresizce ileri doğru sendeledim ama bir adam çıkışımı engelledi. “Kimsin?” Yüzüme bir meşale tuttu.
Ani ışık parlamasından korunmak için elimi kaldırdım. “Per favore, bayım…”
“Nereden geliyorsun?”
“Bir arkadaşın atölyesinden.”
Meşaleyi çekti. Görüşüm düzeldi. Resmî kırmızı kıyafetlerini giymiş bir kardinaldi. Kısa boylu, kambur biriydi; o klasik keşiş kafalarından – kel kafasını çevreleyen yarım daire şeklinde beyaz saç-birine sahipti. “Michelangelo’nun hiç arkadaşı yoktur,” dedi.
Nefesim kesildi. Kardinal, Michelangelo’nun atölyesine uzanan bu geçidi biliyor muydu? Her iyi saray mensubunun yapacağı gibi, buranın gizliliği umurumda değilmişçesine kapı eşiğine yaslandım ve “Bir heykeltıraşla ne kadar dost olunabilirse, Kardinal Hazretleri,” dedim. Kardinal arkamdaki geçide baktı. “Arkandan geliyor mu?”
“Atölyede bitirmesi gereken bir şey var, sonra…” Sıradan bir sarmal taş merdivenin sahanlığına çıkmıştım; sözlerimin uydurma olduğunu gösterecek hiçbir ipucu yoktu. “Beni önden gönderdi.”
“Anahtarsız mı?” Kardinal kaba görünüşümün farkındaydı ama aynı zamanda deri çizmelerimi, (yırtıklara rağmen) kadife yeleğimin kalitesini ve cebimden uygun bir şekilde çıkan papalık davetimi de gözden kaçırmamış gibiydi.
Hafifçe gülümsedim ve “Onu biraz tanıyorsam muhtemelen bunun komik olduğunu düşünmüştür,” dedim.
Kardinal kıkırdadı. “Peki sen kimsin?”
“Saygısızlığımı bağışlayın.” Yerlere kadar eğildim. “Urbinolu Raffaello Sanzio.”
Ayağa kalktığımda gözleri dans ediyordu. “Ah! Bramante’nin korumasındaki genç! Seni duydum. Kuzenim Francesco Maria’ya tabisin.” Urbino Dükü, Papa’nın ve bu kardinalin kuzeniydi, öyle mi? Ailesinden kaç tanesi iktidardaydı? “Ben Kardinal Raffaello Riario’yum,” dedi. “Papa Hazretleri’nin kuzeni. Bana Fafel diyebilirsin.”
“Tanıştığıma memnun oldum Sayın Kar-” – azarlayıcı bakışını fark edince ifademi düzelttim – “Fafel. Keşke kalıp Michelangelo’nun size nasıl şakalar yaptığını duyabilseydim,” – sarayda daima birilerinin başka birilerine gaddarlık ettiği varsayılır – “heykeltıraş gelene kadar bu toplantıyı düzgün bir şekilde ayarlayamazsam…” Alçak bir ıslık sesi çıkardım.
“Kiminle buluşuyorsun? Bramante mi?”
Bana bu kadar kolay bir cevap sunduğu için rahatlayarak derin bir nefes aldım. “Evet. Bramante.”
“Onu papalık dairelerine giderken gördüm. Orada mı buluşacaksınız?”
Başımı