“Ama mükemmel değilim.”
“Henüz değil.” Leonardo oturdu. “Neden hâlâ buradasın genç serçe? Floransa, uzun bir gecenin sonundaki ay gibi batıyor ve yerine yenisinin doğma zamanı geliyor. Perugino, Pinturicchio, Signorelli, Michelangelo, hepsi Roma’da çalışıyor.”
“Umarım gideceğini söylemeye çalışmıyorsundur maestro. Sanki Floransa parça parça götürüldü ve sen de kalan çizimin son parçasısın. Eğer gidersen kopyalanacak bir şey kalmayacak.”
“Burada konu ben değilim. Bu, karşı konulamaz cazibeni Roma’ya taşımakla ilgili.”
Tırnaklarımdan birinin altından biraz pembe boya çıkarmaya başladım. “Şey, Roma hakkında korkunç şeyler duyuyorum. Tehlikeli, kirli, rekabetçi; kardinallerin seni kutsamak kadar zehirleme ihtimalleri de varmış. B-ben gitmek istemiyorum.”
“Ya…” Leonardo’nun sesi sanki yeni bir böcek türü keşfetmiş gibi titriyordu. “Demek bu yüzden hâlâ buradasın, öyle mi? Papa cenapları seni davet etmedi.”
Pembe boyayı sertçe ovuşturdum ama çıkmıyordu. “Henüz değil.”
“Bu papayla birlikte Roma’da sanatsal üstünlük kazanılacak,” dedi Leonardo. “Papanın seni Roma’ya aldırmasını sağlamak senin elinde.”
“Ama maestro, papadan bahsediyoruz. Bir şey yapmasını nasıl sağlayabilirim?”
“Ah, genç serçem, bunu sana söyleyemem. Ne de olsa hiçbir kuş bir başkası için uçmayı öğrenemez.”
VIII. Bölüm
Ben doğmadan bile önce Urbino dükü olan Guidobaldo da Montefeltro’nun ölümünü ne zaman düşünsem, kendimi suçlu hissediyorum. İyi bir adamdı o – bana bir tüccarın, dükün ya da kralın önünde nasıl eğileceğimi öğreten babamın hamisiydi – ama onun yasını gerektiği gibi tuttum mu? Hayır. Ölüm haberini duyunca gülümsedim. Dükün halefinin Francesco Maria della Rovere adında genç bir adam olduğu herkes tarafından biliniyordu. Doğru, della Rovere dedim. Yeni düküm, o zamana kadar yaklaşık beş yıldır kilisenin başı olan Papa II. Julius Giuliano della Rovere’nin yeğeniydi. Vatikan’da çalışmam için beni davet edebilecek biri varsa, o da Papa’nın yeğeniydi. O tarihlerde, Michelangelo Papa için çalışmaya başlayalı hemen hemen üç yıl olmuştu, bense yirmi beş yaşındayken Papa’nın dikkatini çekecek kadar iyi bir şey yaratmaya çalışıyordum: Portreler, dolap kapakları, ibadet için kullanılacak şeyler, altarlar; ama her ne kadar hamiler bana hayran olduklarını iddia etseler de yıldızım henüz Roma’nın güneyine doğru kaymamıştı. Resme güvenmeyi bırakıp uçmayı öğrenmek için politik bağlantılarımı kullanmanın zamanı gelmişti.
Urbino’da attan iner inmez ilk gördüğüm şey, babamın tablolarından birini bir kova banyo suyuymuş gibi düşüncesiz bir tavırla saraydan çıkaran bir hizmetçiydi. Personel, eşyalarını saraydan çıkarmaya başlamadan önce yaşlı dükün cenazesini bile beklememişti. Kilimler, gümüşler, sandalyeler, hepsi tek sıra halinde götürülüyordu. O hizmetkârların beni tanıdığını biliyordum, peki nasıl oluyor da bir tanesi bile babamın tablolarını bana vermeyi teklif etmiyordu? “Bunu nereye götürüyorsunuz?” diye sordum.
Hizmetkârlardan biri “Dük’ün emri var,” dedi ve yürümeye devam etti.
Altından yapılma gösterişli bir aynayı saraya taşıyan başka bir hizmetçi, “Sizi arıyor,” dedi.
“Nerede?”
“Atölyede.”
“Grazie mille.”35 Kahverengi pantolonumdaki tozu silktim (şehre girmeden önce matem rengi olduğu için kahverengilere bürünmüştüm) ve kendimi yeni düke takdim etmek üzere yola koyuldum.
Francesco Maria’yı yıllardır tanırdım. Ben yirmi yaşındayken (o kaç yaşındaydı, hımm, on dört mü?) dükün halefi seçilmesi şerefine onun portresini yapmak için beni tutmuşlardı. O zamanlar bu işi almakla gurur duyuyordum ama şimdi… Çehresi düz ve garip, kompozisyon durağan ve kürk astarlı ceket o kadar cansız ki beni utandırıyor. Ama o resimde beni en çok rahatsız eden neydi biliyor musunuz? O elma. Francesco Maria, Urbino’yla, ailesiyle veya herhangi bir düklükle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen o elmayı elinde tutmakta ısrar etmişti. Della Rovere aile armasını temsilen bir meşe palamudu tutmasını sağlamaya çalıştım ama olmadı. “Elmaları seviyorum!” Müstakbel bir dükle tartışacak durumda değildim, bu yüzden gülümsedim ve görev bilinciyle saçma sapan meyveyi resme ekledim. Daha sonra Dük Guidobaldo bana bunu sorduğu zaman, yeğeninin verimli bir lidere dönüşmesini temsil ettiğine dair bir hikâye uydurdum. Hikâyeyi beğendi, bu yüzden öyle kaldı ama ondan sonra Francesco Maria’nın muhakeme yeteneğine pek güvenmedim. Aradan beş yıl geçtikten sonra hâlâ mantıksız bir şekilde elma talep eden türden bir adam mıydı acaba?
Ben yokken Urbino’da hâlâ babamın atölyesini – pardon benim atölyemi – yöneten Evangelista’yı atölyenin dışındaki avluda volta atarken buldum, endişeli görünen genç asistanlardan oluşan bir kalabalık da onu izliyordu. Evangelista’ya bir an için bakmak bile ters giden bir şeyler olduğunu anlamama yetmişti. Zor bir şey söylemek zorunda olduğunu her zaman anlardım, bana bakmamak için her yere – yere, gökyüzüne, kollarındaki siyah kıllara – bakardı. Sadece yalan söylediğinde gözlerimin içine bakıyordu. O gün de titreyen ayaklarına bakarak “Beni içeri almıyor. Aletlerimiz, tablolarımız onda. Her şey orada. Her şey,” dedi.
Asistan kalabalığı bana baktı.
İlgisiz görünmeye çalışarak, “Ne yapacakmış? Resimlerimizi dükalığın malı ilan edip bizi gönderecek miymiş?” dedim.
Evangelista sakalını ovuşturdu. Cevap vermek zorunda değildi. Dük bir düktü; canının istediği her şeyi yapabilirdi.
Ah, mükemmel bir şekilde yedi adımla eşiğe vardığımdan emin olmak için geri dönüp adımlarımı sayarak yürümek istiyordum ama böyle bir anda, batıl inançlı davranışlarla asistanlardan oluşan kalabalığı paniğe sevk etmek de istemiyordum. Bunun yerine sessizce dörde kadar saydım, derin bir nefes aldım ve kapıyı açtım. Babamın atölyesindeki – benim atölyemdeki – hareketlilik birden sona erdi: Yeni Urbino Dükü köşede durmuş, bir yığın tahta tuvali beceriksizce çevirirken, bir bardağa suluboya konulmuştu, su dolu kovalara fırçalar batırılmış, paçavralar top halinde yerlere atılmıştı. Francesco Maria, onu son gördüğümden beri büyümüştü. Saçları dökülüyordu ama sakalı sıktı. Henüz on sekiz yaşındaydı ama şimdiden orta yaşlıymış gibi görünüyordu. Neden tüm vücudunu kaplayan bir zırh giydiğini sormadım. “Yetenekli olduğunu sanıyordum. Bunu sen mi yaptın?” Yeni dük, çarmıha gerilme resmini gösteriyordu. Figürler tuhaftı. Renkler yumuşaktı. Bir üslup yoktu.
Yerden bir bez parçası alıp özenle katladıktan sonra başımı iki yana salladım.
“Bu korkunç.” Ahşap paneli yere bıraktı ve bir tane daha aldı. “Ya bu?” Kutsal Aile resmi. Perspektif zayıftı. Joseph’in elleri için söyleyebileceğiniz en hafif kelime tuhaf olurdu ve bebek İsa… Öff, çirkindi.
“Hayır ekselansları.”
“Buranın senin atölyen olduğunu sanıyordum.”
“Buradan uzakta çalışıyorum ve burayı adamlarıma bıraktım.”
“Senin yaptığın bir şeyi görmek istiyorum,” diyerek sözümü kesti.
“Perugia’da yapım aşamasında