IX. Bölüm
Yaklaşık bir yıldır İsa’nın Ağıtı adındaki altar panosu üzerinde çalıştığım Perugia’ya koşa koşa geri döndüm. Bir papayı etkileyecek bir şaheser yapacaksam, o zaman bu benim en iyi şansımdı çünkü zaten insanları konuşturmaya hazırdı – anlarsınız ya – çünkü sipariş eden kişi dul Baglioni’den başkası değildi.
Evet, 1500’deki Kızıl Düğün sırasında ünlenen Baglioni. Adını duydunuz, değil mi? Aile arasındaki bir düğün töreni sırasında, Baglioni ailesinin yönetimde söz sahibi olmayan yarısı bir ayaklanma düzenledi ve ailenin çok fazla şarap içtikten sonra uyuyan “yönetici” yarısını öldürmeye çalıştılar. İsyan eden taraf pek çok kişiyi öldürdü ama ailenin yönetici olan yarısından birkaç kişi kaçarak komployu bozdu. O düğüne gitmiş miydiniz? Mutlu çiftin portre ressamı olma ihtimalim bulunduğu için davet edilmiştim ama katliam sırasında odamdan çıkmadım – yerel bir hanın üst katındaki penceremden dehşeti izledim sadece. Birkaç yıl sonra dul Baglioni, o rezil düğünde öldürülen oğlu Grifonetto’nun anısına bir altar panosu yapmam için beni görevlendirdi. Grifonetto onurlandırılmaya değer miydi? Bunun cevabı, Baglioni ailesinin hangi tarafında olduğunuza bağlı sanırım. O, ailenin isyankâr tarafındandı; cesedini sokaklarda sürüklemeden önce damadın kalbini söken ve ondan bir ısırık alan kişi. (Isırma kısmını görmedim, sadece duydum ama oturduğum yerden ölü bedeni sokaklarda sürükleme kısmına şahit oldum.) Grifonetto’nun hayatta kalan kuzenleri sonunda onu ve ailenin isyankâr kısmının diğer üyelerini yakaladı ve öldürüp hepsinin derisini yüzdüler – tam da penceremin altındaki meydanda. Tüm bu vahşete tanık olduktan sonra, ellerimdeki kanı temizleyebildiğime ikna olmak için sonraki bir ay boyunca her gün ellerimi bir saat yıkamaya mecbur kaldım. Dul Baglioni o altar panosunu sipariş ettiğinde ellerini dua eder gibi birbirine bastırdı ve “Per favore Raffaello, oğlumun iyiliğini hatırlamamı sağla,” diye yalvardı.
Onu olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi hatırlamamı sağla.
Bahse girerim ki ilk başyapıtlarımdan birinin bir suikastçıya saygı duruşu olduğunu fark etmemişsinizdir, değil mi? Bir de beni çok iyi tanıdığınızı düşünürsünüz.
Son bir yıldır sadece o panonun hazırlık çizimleriyle uğraşıyordum ama Dük’le yaptığımız bu konuşmadan sonra nihayet resim yapmaya başlama zamanımın geldiğine kanaat getirdim. (Siz şu meşhur disegno e colore37 tartışmasının hangi tarafında yer alıyorsunuz? Ben tamamen disegno tarafındayım: Derin düşüncelerden, detaylı çizimlerden, kusursuz hazırlıktan yoksun bir resim asla bir resim değildir, bu yüzden de hazırlanmam bir yıl sürdü diye benimle alay etmeyin. Bir yıl hiçbir şey değil.) Tasarımımın temeli olarak, Mantegna’nın bir Gömme resminin belirsiz bir gravürünü kullanmıştım – çarmıha gerilmiş İsa’yı mezarına taşıyan bir grup figür, bayılan Meryem, arka plandaki bir tepede üç haç. Venedikli usta o yılın başlarında ölmüştü, bu yüzden resimlerinden birini ilham olarak kullanmak, uygun bir övgü gibi görünüyordu. Ayrıca kompozisyonumu dengelemek için Perugino hakkındaki bilgilerimi, karanlıklarımı daha koyu ve aydınlıklarımı daha aydınlık hale getirmek için Leonardo çalışmalarımı ve figürlerimi bir cenaze marşından çok bir dansa benzeyen bir ritimle yükseltip alçaltmak için Botticelli’ye olan sevgimi kullandım. Ve evet, ben de Michelangelo’dan ödünç aldım: Sağ tarafta, bayılan Meryem’i tutmak için kıvrılan kadın figürünü yaparken gerçekten de Doni Tondo’sundaki Meryem’den etkilenmiştim. Gizlemeye de çalışmadım. Yani evet, diğer ustaların daha önceki işlerinden açıkça yararlandım ama bu, resmin bana ait olmadığı anlamına gelmiyor.
Açılış günü hava, trajik bir şekilde bulutluydu – bir resmi sergilerken ışık olmamasından daha kötü ne olabilirdi? Ama resmi açmak için muşambayı çektiğimde, renklerimin – kızıl, zümrüt, lacivert, limon sarısı – güneşli bir gündeki vitray gibi parladığını görmek beni memnun etti. Dul Baglioni, İsa’yı gördüğü zaman yüzünü okşamak için parmaklarını yukarı kaldırdı, çünkü – anlayacağınız gibi – dul Baglioni’nin yüzünü Meryem’de ve oğlunuysa İsa’da kullanmıştım.
O sırada bana baktı, gözleri şükranla parlıyordu. Parmaklarımı sıkarak “Oğlumu yeniden güzelleştirdiğin için grazie,”38 dedi. “Eve döndüğümde, Papa’ya mektup yazıp yarımadadaki en büyük ressamı kaçırdığını söyleyeceğim.”
Uygun bir nezaketle cevap verdim: “Buna gerek yok leydim, ben sadece…”
“Kesinlikle gerek var. Seni işe almamak için aptal olmalı ama benim papam aptal değil.”
Birkaç hafta sonra papalık daveti nihayet elimdeydi; babamın atölyesinden birkaç malzeme almak için – Dük’ün dikkatini çekmemeye dikkat ederek – gece gizlice Urbino’ya döndüm. Evangelista başka bir acı gerçeği dillendirirken benim yakınımda bir yerlere değil kararlı bir ifadeyle pencereden dışarıya bakıyordu: “Roma’ya gidemezsin. Roma için fazla iyi bir insansın.”
Gülümsedim ve “Ma dai. Roma dedikleri kadar kötü olamaz. Olabilir mi?” dedim.
Sonra Evangelista bir o yana bir bu yana baktı ve ölü gibi gözlerimin içine bakarak, “Hayır, Rafa. O kadar da kötü değil. Roma’da iyi olacağına eminim,” dedi.
X. Bölüm
Papa’yla olan görüşmeme bir saatten az kalmıştı ama ben hâlâ Roma’nın kapılarının dışındaki bir servi ağacının dalları arasında saklanıyordum. İğne yaprakların arasından, o ağacın dibinde kamp kurmuş zırhlı adam sürüsünü süsleyen yedi – hayır, sekiz – kılıç, üç topuz ve beş hançeri seçebiliyordum. Ağaç burnumu kaşındırıyordu. Mia Madre, bir hapşırma beni Yahuda’nın öpücüğünden39 daha çabuk ele verirdi.
Hac yolunda tek başıma seyahat etmenin tehlikeleri konusunda uyarılmıştım: Kurtlar, yabandomuzları, ayılar, hırsızlar ve bastırılmış saldırıları bitirmek için herhangi bir bahane arayan işsiz paralı askerler. Bu yüzden, ne zaman yoldan aşağı gelen bir şey duysam, makul bir saray mensubunun yapacağı şeyi yaptım: En yakın ağaca tırmandım. Boya fırçaları her seferinde hançerlere yeniliyor. Özellikle de kalkanlarına belirli bir arma – kırmızı ve beyaz çizgiler, tepesinde de bir çiçek – işlenmiş bu adam sürüsünün karşısındaysanız. (Sizden daha fazla tepki beklerdim. O armayı nasıl tanımazsınız? Orsini ailesi. Evet, şu meşhur Orsini ailesi. Tarihin en tehlikeli Romalı ailelerinden biri. Kırmızı ve beyaz çizgiler ve tepede de bir çiçek – bu armayı hafızanıza kazıyın. Hayatınızı kurtarabilir.) Bu, Pax Romana’dan40 önceydi, o eski Roma aileleri – Colonna, Savelli, Massimo ve en kötüsü Orsini – hâlâ açıkça Roma’nın kontrolünü ele geçirmek için savaşıyor. Acımasız günler. Burada olmadığınız için sevinmelisiniz. Ama şehre ilk kez geldiğim için, bu ailelerin gezginlerden koruma ücreti almak üzere kapıların dışına nöbetçiler yerleştirdiklerini henüz bilmiyordum – ironik, çünkü korunmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu korumayı sağlayanlardı.
Tünediğim yerden bakınca ufukta Aziz Petrus Bazilikası’nın çan kulesini görebiliyordum. Bir gece önce Roma’da olmalı, kirlerimden temizlenmeli, iyi bir gece