Hikâyenin yine neresinde kalmıştım? Ah evet… Floransa’nın hayaletleri bile beni o heykeltıraşın yeni heykelini görmekten alıkoyamadı.
Şehre yaklaştığımda, önce katedralin kahverengimsi kızıl kubbesi ufukta yükseldi. Günün geç saatleriydi, bu yüzden gökyüzü tatlı bir pembe altın rengine dönüyordu. (Böyle bir renk elde etmek istiyorsanız, Avrasya ağacında yaşayan dişi böceklerin kurumuş gövdelerini öğütün, biraz beyaz kurşun ve biraz sarı ekleyin – parlak sarı üzerine aşıboyası – ve üstüne ince bir altın varak tabakası da koyun.) Arno Nehri pembe-turuncu gökyüzünü ve uzaktaki mor dağları yansıtıyordu. O deli rahibin ölümünden sonra sanatın yeniden büyümesinin bu kadar hızlı olmasına şaşmamalı: Şehir, hayal edebileceğim herhangi bir tablo kadar mükemmel görünüyordu.
Bir zamanlar o ateşin yandığı meydan olan Piazza della Signoria’ya girdiğimde, bir kez daha güçlü bir düşmanla karşılaştım. Adımlarımı sayarak ona yaklaştım. En azından bu sefer düşmanım sadece bir heykeldi. Mermer oymacılığı ve resim farklı şeylerdir, değil mi? Heykeller doğal olarak ağırlığa sahipken – bunlar fiziksel, kıvrımlı şeylerdir – resimlerde böyle bir ağırlık ve gerçekçilik elde etmek için göz oyunlarına güvenilmelidir. Ressamlar ve heykeltıraşlar aynı sanatı icra etmezler. Hayır. Bırakın tarihin en büyük mermer oymacısı o olsun; ben hâlâ en büyük ressam olabilirim. Yüceler yücesi Meryem Ana; o heykelin etrafında dolaşırken bir kişinin, sadece bir sırtı bile nasıl bu kadar canlı gösterebileceğini merak ettim.
Gençken, bitmek bilmeyen saray yemeklerinde saatlerce oturmak zorunda kalırdım. Dük eliyle işaret ederek uykumu getiren zengin yemeklerinden birinin getirilip birinin götürülmesini emrederdi ve Soytarı Dominic bir hikâye anlatırdı ya da dans edilirdi – bense katılamayacak kadar küçüktüm – ve annemin yanına oturup babamın resimlerini çıkarmasını ya da şiirlerini okumasını beklemem gerekirdi. Babama tapıyordum – hâlâ tapıyorum – ama şiirleri uzundu. Annem seğiren parmaklarımı yakalar ve azarlayıcı bir bakışla sabit tutardı. Hissettiğim şey bir kavanoza kapatılmalı ve resimlerimde bile kullanılmamalıydı.
O heykeltıraşa duygularını kibar tavırlarla gizlemenin öğretilip öğretilmediği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bütün enerjisini, tutkusunu, gücünü ve daha başka her ne varsa işte onu, o taşın koyduğunu biliyordum. Floransa’ya yerleşmeye karar verdiğim an buydu işte; böylece ben de dünyayı heykeltıraşın tarafına değil, kendi tarafıma yönlendirmeyi öğrenebilirdim. Ama orada oturmuş o heykeli kopyalarken içimden şunu tekrarlamaktan kendimi alamadım: Meryem Ana’ya şükürler olsun ki şu heykeltıraş bir ressam değil.
IV. Bölüm
Davide Ghirlandaio tavernaya girerken, “Böyle önemli bir resmi aşağılık bir taş yontucusuna vermeye nasıl cüret ederler,” diye böğürdü. Ghirlandaio, tüm Floransa’daki en huysuz ressamdı. (Onu suçlamayın. Ağabeyinizin ölümünden on yıl sonra bile hâlâ ondan daha kötü bir ressam sayılsanız siz nasıl davranırdınız?)
Andrea del Sarto (benden üç yaş küçük, yanakları o kadar köşeli ve burnu o kadar uzun ki yüzü şu balolarda takılan maskeler gibi görünüyor) ve ben, Ghirlandaio ve hemen peşinden gelen diğer iki sanatçı için üç sandalye ve üç bira bardağı daha aldık: Andrea della Robbia (Andrea’nın mavi-beyaz pişmiş toprakları kadar tarzına da hayranım; o gün de başında sadece Andrea’nın kahkahalara yol açmadan takabileceği mor tüylü bir şapka vardı) ve Leonardo da Vinci. Leonardo, Floransa’ya geldiğimde arkadaş olduğum ilk sanatçılardan biriydi; yakışıklı genç erkeklere zaafı var, bu yüzden ne zaman istersem kopyalamak için atölyesine gidebileceğimi söyledi. Onunla hiç tanışmadığınız için üzgünüm. Resimleri gibi kendisini de şahsen görmeden kafanızda canlandırmak zor. O zamanlar elli yaşın üzerindeydi ve sakalı ağarmıştı (bir yıla kalmadan saçlarının tamamen beyazlaşacağını tahmin etmiştim). Düşündüğünüzden daha uzun boyluydu; altın rengi gözleri her zaman etrafta geziniyor, tam önünüzde olan beş yüz şeyi kaçırıyormuşsunuz gibi hissettiriyordu. Yanımdaki sandalyeye çökerek “Ben o lanet fresk için üzülmüyorsam Davide, senin de üzülmeye hakkın yok,” dedi.
Saçımı iki kulağımın arkasına sıkıştırıp “Neler oluyor?” diye sordum.
Leonardo’nun içkisinden uzun, yavaş bir yudum almasını beklerken kimse konuşmadı – maestroyu beklerken kimse konuşmazdı. Dilini dişlerinin üzerinde gezdirdi ve sonunda cevap verdi, “Mahalli idare, Büyük Konsey Salonu’nda, benim karşımdaki duvarı boyaması için başka birini tuttu.” Leonardo hemen hemen bir yıldır, Milanolulara karşı bir Floransa askerî zaferinin tasviri olan büyük ölçekli Anghiari Savaşı freski üzerinde çalışıyordu. Tarihin en büyük sanat eserlerinin birçoğuna ev sahipliği yapan bir şehirde bile insanlar, böyle bir ustanın yaratacağı başyapıtın sunduğu vaatlerle fısıldaşıyordu: Buraya çekeceği gezginleri hesaplasanıza! Getireceği şöhreti hayal etsenize! Zaferi düşünsenize! İdarecilerin, aynı odanın karşı duvarında Leonardo’yla rekabet etmesi için farklı bir sanatçı tutacağını hiç düşünmemiştim. Ve Leonardo’nun bundan sonra söyleyeceği şey de aklımın ucundan geçmezdi: “Mahalli idare, o duvarı boyaması için Michelangelo’yu tutmuş.”
Sandalyeme sert bir hareketle yaslandım. Heykeltıraşın adını Floransa’ya yerleştikten kısa bir süre sonra öğrenmiştim; Davut heykelinden sonra herkes ondan bahsediyordu. Michelangelo Buonarroti, zor zamanlar geçiren gururlu bir Floransalı ailenin oğluydu ve artık yoksul babasının, üvey annesinin, büyükannesinin, amcasının, halasının ve dört haylaz erkek kardeşinin geçimini sağlamak Michelangelo’ya kalmıştı. Mahalli idare ona kazançlı bir resim işi teklif etmişse, hiç şüphesiz kabul ederdi. Ne de olsa heykeltıraş, ressam olacaktı. Babamın eski boya fırçasını çıkardım ve elimde döndürmeye başladım.
Andrea della Robbia şapkasını çıkardı ve “Freski Leonardo’nunkiyle aynı boyutta olacak. Aynı odada,” dedi.
“O aşağılık taş yontucusunu Leonardo’yla kıyaslıyorlar.” Ghirlandaio yumruğunu masaya vurarak bardakları tıngırdattı. Kolumu kaldırıp bardağın kulpunu yeniden masanın kenarına bakacak şekilde düzelttim. “Buna üzülmemenin tek nedeni, şehrin bunu yaşayan en büyük iki sanatçı arasındaki bir yarışma olarak lanse etmesi Leonardo.”
Teatral tavırlarıyla bilinen Sarto masaya sıçrayıp haykırdı: “Bir duvarda Leonardo! Diğerinde Michelangelo! Kim