Hortense, harçlıklarından biriktirdiği parayı düşünerek hayranlığını gizledi, lakayt bir tavır takındı, tacire “Fiyatı ne bunun?” diye sordu.
Tacir, bir köşede bir taburede oturan delikanlıya bir göz işareti yaparak “Bin beş yüz frank.” diye karşılık verdi.
Bu delikanlı, Baron Hulot’nun bu canlı şaheserini görünce şaşkına döndü. Önceden haberi olan Hortense, o zaman sanatkârı ızdırapla sararmış yüzünün ifadesini başkalaştıran kırmızılıkla tanıdı. İki kurşuni gözde, sualiyle ateş çakan iki kıvılcımın parıldadığını gördü. Çile çeken bir rahibin yüzü gibi zayıf ve çekik olan bu yüze baktı; pembe ve hatları düzgün ağzına, zarif, mini mini çenesine, Slav’ın ipek lifleri gibi yumuşak kumral saçlarına hayran oldu.
“Eğer bin iki yüz franga olsaydı…” dedi. “Onu evime göndermenizi söyleyecektim.”
“Antika bu matmazel.” demekle tacir, bütün meslektaşları gibi, bu antikacı raconuyla her şeyi hallettiğini sanmıştı.
Genç kız mülayim bir eda ile “Affedersiniz mösyö.” diye karşılık verdi. “Heykel bu yıl yapılmıştır, zaten ben de bu fiyata razı olduğunuz takdirde, sanatkârı bize yollamanızı rica etmek için geliyorum çünkü kendisine oldukça mühim bazı siparişler buluruz belki.”
Dükkân sahibi babayanilikle “Bu bin iki yüz frangı ona verirsem…” dedi. “Bana ne kalacak? Ben tacirim.”
Genç kız istihzalı bir ifade ile “Evet, öyle ya!” dedi.
Livonyalı kendinden geçerek “Ah matmazel, siz alınız, ben tacirle anlaşırım!” diye bağırdı.
Hortense’ın harikulade güzelliğine, onda gördüğü sanat aşkına vurularak ilave etti: “Bunu ben yaptım; on gündür, günde üç defa kıymetini anlayacak birinin çıkıp çıkmadığını anlamak için geliyorum. Siz benim ilk hayranımsınız, alınız!”
“Mösyö, tacirle birlikte bir saat sonra geliniz. İşte, babamın kartı.” diye Hortense karşılık verdi.
Sonra, tacirin eseri bir beze sarmak için küçük bir odaya girdiğini görünce kendini rüyada sanan sanatkârı hayrete düşürerek alçak sesle şunları söyledi:
“Mösyö Wenceslas, istikbalinizi düşünerek Matmazel Fischer’e bu kartı göstermeyiniz, heykeli satın alanın da adını söylemeyiniz çünkü o bizim kuzinimizdir.”
Bu, “bizim kuzinimiz” sözü sanatkârın başını döndürdü. Yeryüzündeki Havvalarından birini görerek gözünde cennet canlandı. Hortense nasıl kuzininin âşığını hayal etmişse o da Lisbeth’in kendisine sözünü ettiği kuzinini öyle hayal etmişti. Hortense dükkâna girdiği zaman “Ah!” diye düşünmüştü. “Eğer o da böyle ise?..” İki âşığın bakışlarında sanki alev parladı çünkü faziletli âşıklarda en küçük bir riyakârlık bile yoktur.
“Eee, içeride ne yapıyorsun?” diye baba kızına sordu.
“Biriktirdiğim bin iki yüz frangımı harcadım, gel.”
“Bin iki yüz frank mı?” diye tekrarlayan babasının koluna girdi. “Hatta bin üç yüz. Ama üstünü sen tamamlayacaksın!”
“Peki, bu dükkânda neye bu kadar parayı harcayabildin?”
“Ah, bak!” diye mesut genç kız karşılık verdi. “Ya, bir koca buldumsa pahalı der misin?”
“Kızım, bu dükkânda bir koca buldun ha?”
“Dinle babacığım, beni büyük bir sanatkârla evlenmekten meneder miydin?”
“Hayır, yavrum. Büyük bir sanatkâr bugün unvansız bir prens demektir. Şöhret ve servet…” İkiyüzlü bir eda ile “Faziletten sonra en büyük iki içtimai muvaffakiyettir.” diye ilave etti.
“Tabii…” dedi Hortense. “Heykeltıraşlık hakkında ne düşünüyorsun?”
Hulot başını salladı:
“Pek kötü bir iş.” dedi. “Büyük bir istidattan başka, büyük himayeler de lazım çünkü onun en büyük müstehliki devlettir. Bugün artık büyük şahsiyetler, büyük servetler, saraylar, ‘majorat’lar10 bulunmadığı için mahreci olmayan bir sanattır. Evlerimizde ancak küçük tablolara, küçük figürlere yer verebiliyoruz. Sanatlar küçüğün tehditlerine uğradı.”
“Ya mahreçler bulabilecek büyük sanatkâr…” diye Hortense devam etti.
“Mesele halledilmiş olur.”
“Himaye de görecek.”
“Daha âlâ ya!”
“Asil de!”
“Yok canım!”
“Kontmuş!”
“Heykeltıraşlık da ediyor!”
“Ama parası yok!”
Baron, kızının gözlerine keskin bir müstantik bakışıyla bakarak alaycı bir ifade ile “Yoksa bu adam, Matmazel Hortense Hulot’nun servetine mi güveniyor?” dedi.
Hortense sakin bir tavırla babasına “Kont olan, heykel yapan bu büyük sanatkâr…” diye karşılık verdi. “Biraz önce hayatında ilk defa, beş dakikacık kızınızı gördü, Baron hazretleri. Sevgili babacığım, biliyor musun, dün sen Mecliste iken annem bayıldı. Bu bayılmanın sebebi, evlenme işimin bozulmasından doğan kederdi çünkü bana dedi ki benden kurtulmak için…”
“Annen seni o kadar sever ki…”
Hortense gülerek “Kaba bir tabir kullanmaz.” diye devam etti. “Hayır, bu kelimeyi kullanmadı ama ben biliyorum ki evlenme çağına gelip de evlenemeyen bir kız, namuslu bir ana baba için taşınamayacak kadar ağır bir yüktür. Onun için annem düşünüyor ki otuz bin franklık bir çeyizle yetinecek, enerjik, istidatlı bir adam çıkarsa hepimiz bahtiyar olacağız! Nihayet, gelecekteki talihimin mütevazılığına beni hazırlamanın, çok güzel hülyalara kapılmaktan beni menetmenin uygun olacağına hükmediyordu. Bu benim izdivacımın suya düştüğüne ve çeyizsiz kaldığıma delalet ediyordu.”
Her ne kadar bu sırrı duymakla mesut idiyse de derin surette zillete uğrayan baba “Annen çok iyi, çok asil, harikulade bir kadındır.” diye karşılık verdi.
“Dün bana, evlenmem için elmaslarını satmasına müsaade ettiğinizi söyledi ama hem elmaslarını saklasın hem de ben bir koca bulayım istiyordum. Annemin programına uygun adamı, talibi bulduğumu sanıyorum.”
“Orada!.. Caroussel Meydanı’nda mı? Bir günde?..”
Genç kız şeytanca bir ifade ile “Oh, baba! Kötülük uzaktan gelir.” diye karşılık verdi.
Baron kuşkularını gizleyerek okşayıcı bir eda ile “O hâlde kızım, hepsini babana anlat bakalım!” dedi.
Sır saklayacağı sözünü aldıktan sonra, Hortense, Kuzin Bette’le olan konuşmalarının özünü anlattı. Sonra eve dönünce tahminlerindeki görüş derinliğini ispat için babasına meşhur mührü gösterdi. Bir gecede, ideal aşkın bu masum genç kıza ilham ettiği planın basitliğini gören baba, insiyaklarıyla hareket eden genç kızların maharetine, kendi içinden hayran oldu.
“Biraz önce satın aldığım şaheseri göreceksin, şimdi