Bir gün, Wenceslas’ın çalışacak yerde ötede beride sürtmeye gitmiş olmasına köpüren ihtiyar kız ona çattı.
“Siz benim malımsınız!” dedi ona. “Eğer namuslu bir adam olsaydınız bana olan borcunuzu en kısa zamanda geri vermeye çalışırdınız.”
İçinde Steinbockların kanı kaynayan beyzade sarardı. Lisbeth devamla “Ya Rabbim!” dedi. “Neredeyse geçinmek için elimizde avucumuzda benim, şu zavallı kızın kazandığım otuz metelikten başka bir şeyimiz kalmayacak.”
Söz cenginden sinirlenen iki fukara birbirlerine köpürdüler; o zaman zavallı sanatkâr, ölümden kurtararak kendisine, insanı hiç olmazsa rahata kavuşturan âdemden daha beter bir kürek mahkûmu hayatı yarattığı için ilk defa olarak velinimetini azarladı, kaçmak sözünü etti.
“Kaçmak mı?” diye ihtiyar kız bağırdı. “Ah! Meğer Mösyö Rivet’nin hakkı varmış!”
Polonyalıya, onu yirmi dört saat içinde nasıl yakalayıp ömrünün sonuna kadar hapse atacaklarını kati bir dille izah etti. Bu, kafaya vurulan bir topuz tesiri yaptı. Steinbock karanlık bir melankoliye, mutlak bir sessizliğe gömüldü. Ertesi gün, Lisbeth intihar hazırlıkları işitince pansiyonerinin odasına çıktı, usulü dairesinde yazdığı makbuzu ona uzattı.
“Alınız oğlum, beni affediniz!” dedi nemli gözlerle. “Mesut olunuz, beni bırakıp gidiniz. Sizi pek fazla üzüyorum ama sizi kazanacak hâle getiren zavallı kızı ara sıra düşüneceğinizi söyleyiniz bana. Ne diyelim? Huysuzluklarımın sebebi sizsiniz! Ben ölebilirim ama bensiz hâliniz nice olurdu? İşte, sizi satılabilir şeyler yapar hâlde görmek için sabırsızlanışımın sebebi. Sizden paramı geri istemem, gidiniz. Hülya kurmak dediğiniz tembelliğinizden, saatlerce sizi göklere baktırarak bunca saatlerinizi harcayan fikirlerinizden korkuyorum. İstiyorum ki çalışma alışkanlığı kazanasınız.”
Bu sözler sanatkâra dokunan bir edayla, bir bakışla, gözyaşlarıyla, bir tavırla söylenmişti. Wenceslas velinimetini tuttu, onu bağrına bastı, alnından öptü. Bir nevi neşe ile “Bu evrak sizde kalsın.” diye karşılık verdi. “Beni niçin Clichy’ye attıracaksınız? Minnettarlık beni buraya bağlamış değil mi?”
Müşterek gizli hayatlarının altı ay önce vuku bulmuş bu vakası Wenceslas’a üç şey kazandırmıştı: Hortense’ın sakladığı mühür, antikacıdaki heykel, şu anda bitirdiği harikulade duvar saati çünkü kalıbın son vidalarını takıyordu.
Bu duvar saatinin on iki saatini, harikulade yapılmış on iki kadın figürü temsil ediyordu; bu on iki kadın kendilerini öyle çılgın, süratli bir dansa kapıp koyvermişlerdi ki bir çiçek ve meyve yığını üzerine tırmanmış olan üç sevda tanrısı onları ancak gece yarısını gösteren saati, o da yırtık harmanisi en cesurunun elinde kalarak durdurabiliyorlardı. Bu mevzu, fantastik hayvanları da olan harikulade tezyinatlı yuvarlak bir kaideye oturtulmuştu. Vakit, bir esneme ile açılmış korkunç bir ağız içinde gösterilmişti. Her saatin, o saatteki işleri güçleri vasıflandıran iyi tasavvur edilmiş sembolleri vardı.
Matmazel Fischer’in Livonyalısı için duyduğu harikulade bağlılığın ne olduğunu anlamak şimdi kolaydır; onun bahtiyarlığını istiyordu, çatı arasındaki odasında onun sararıp solduğunu görmüştü. Bu korkunç vaziyetin sebebi anlaşılıyor. Lorenli kadın bu Kuzey çocuğunun üstüne bir ana şefkati ile, bir kadın kıskançlığı ile, bir ejderha zihniyetiyle titredi; onu daima parasız bırakarak böylelikle çılgınlık etmesi, sefahate dalması imkânlarını ortadan kaldırdı. Kurbanını ve dostunu, zorla -ne kadar akıllı uslu olsa da- kendine hasretmek arzusundaydı. Bu manasız arzunun barbarlığını anlamazdı çünkü kendisi bütün mahrumiyetlere alışıktı. Steinbock’ı onunla evlenmeyi düşünemeyecek derecede severdi, onu bir başka kadına bırakmayacak kadar aşırılıkla severdi. Ona yalnız analık etmeye katlanmasını bilmez, öteki rolü düşündüğü zaman da kendine deli gözüyle bakardı. Bu tezatlar, bu yırtıcı kıskançlık, bu bir adama sahip olmak saadeti, hepsi bu kızın kalbini fevkalade heyecana getirirdi. Gerçekten ona gönül verdiği dört yıldan beridir, çocuğum dediği adamın mahvına sebep olacak bu neticesiz ve maksatsız hayatı devam ettirmek çılgınca umudunu beslerdi. İnsiyaklarıyla aklının bu mücadelesi onu haksız, müstebit yapmıştı. Ne zengin ne de güzel oluşunun hıncını bu delikanlıdan alıyor; her intikamdan sonra, haksızlığını kendi de anlayınca zilletle, sonu gelmez bir şefkat gösteriyordu. Sevgilisine yapacağı fedakârlığı ancak kudretini balta darbesiyle yazdıktan sonra düşünürdü. Bu, Shakespeare’in tersine çevrilmiş Fırtına’sı idi; Ariel’le Prospero’nun efendisi Caliban. Yüksek düşünceli, hülyasever, tembelliğe düşkün bu bahtsız delikanlıya gelince, tıpkı nebatat bahçesinin kafes içindeki arslanları gibi, gözlerinde kendisini himaye eden kadının yarattığı ıssızlık vardı. Lisbeth’in mecbur ettiği zoraki çalışma, kalbinin ihtiyaçlarını tatmin edemezdi. Can sıkıntısı bedenî bir hastalık olur; çoğu zaman lüzumlu bir çılgınlık yapmaya yetecek parayı isteyemediği, bulamadığı için kudururdu. Bahtsızlık duygusuyla öfkesinin arttırdığı ve kendinde daha fazla enerji hissettiği bazı günlerde, Lisbeth’e çorak bir sahili geçerken tuzlu suya bakan susamış bir yolcu gibi bakardı. Fakirliğin, Paris’teki bu mahpusluğun acı meyvelerinin tadını Lisbeth çıkarırdı. Ama dehşetle idrak ederdi ki küçücük bir ihtiras, esiri elinden çekip alacak. Küçük şeylerin büyük heykeltıraşı olacak bu şairi istibdatla, azarlamalarıyla muazzep ederek onun kendisinden vazgeçmesine vesile hazırladığı için bazen kendi kendine sitem ederdi.
Ertesi gün, birbirinden öylesine farklı, gerçekten sefil bu üç varlığın; umutsuz bir annenin, Marneffe ailesinin ve zavallı sürgünün varlıkları, Hortense’ın saf ihtirasından ve Baron’un Josépha’ya duyduğu bahtsız ihtirasın garip neticesinden müteessir olacaktı.
Opera’ya gireceği sırada Devlet Müşaviri, Lepelletier Sokağı’nın mabedimsi karanlık manzarası önünde durakladı, orada ne jandarmalar ne ışık ne uşak ne de kalabalığı saran kordon gördü. Afişe baktı, beyaz bir şerit gördü, şeridin ortasında şu esrarlı cümle parıldıyordu:
RAHATSIZLIK YÜZÜNDEN MUVAKKAT TATİL
Operaya bağlı bütün sanatkârlar gibi, hemen yakınlarda, Chauchat Sokağı’nda oturan Josépha’nın evine seğirtti.
Kapıcı, Baron Hulot’da büyük hayret uyandıracak bir eda ile “Mösyö! Ne istiyorsunuz?” diye sordu.
Baron merakla, “Beni tanımıyor musunuz yoksa?” diye karşılık verdi.
“Bilakis, efendim. Mösyöyü tanımak şerefine eriştiğim içindir ki kendilerine ‘Nereye gidiyorsunuz!’ dedim.”
Baron, öldürücü bir ürperme ile donakaldı.
“Ne var, ne oldu?” diye sordu.
“Eğer Baron Cenapları, Matmazel Mirah’nın apartmanına gidecek olsalardı, orada Matmazel Héloise Brisetout, Mösyö Bixiou, Mösyö Léon de Lora, Mösyö Lousteau, Mösyö de Vernisset, Mösyö Stidmann’la tefarik otu sürünmüş birtakım kadınları uğurlu kademli olsun ziyaretinde