“Ben mi?” diye ihtiyar kız sordu. “Şimdi yine mi şiir hakkındaki, sanatlar hakkındaki budalalıklarınıza başlayacak; ideal güzelin, Kuzeyli çılgınlıklarınızın sözünü ederek parmaklarınızı çıtlatacak, kollarınızı uzatacaksınız? Güzel, sağlam değerinde değildir. Ben sağlamın ta kendisiyim. Kafanızda birtakım fikirleriniz mi var? Âlâ! Benim de birtakım fikirlerim var… Ruhunda birtakım şeyler varmış, bunlardan faydalanamadıktan sonra neye yarar? Bu takdirde kafaları fikirle dolu olanların, kafaları boş olduğu hâlde canlılık gösterenlere nazaran hiçbir üstünlükleri yoktur. Hülyalarınızı düşünecek yerde, çalışmak lazım. Ben gittiğimden beri ne yaptınız?”
“Güzel kuzininiz ne dedi?”
Lisbeth, bir kaplan kıskançlığıyla ve şiddetle: “Güzel olduğunu kim size söyledi?” dedi.
“Siz, kendiniz.”
“Bu sözün yüzünüzde yaratacağı sırıtmayı görmek için! Kadınların peşinde koşmaya mı hevesiniz var? Kadınları seviyorsunuz, âlâ, eritiniz onları, heveslerinizi bronz hâline getiriniz çünkü daha bir zaman gelip geçici sevdalardan vazgeçeceksiniz, bilhassa kuzinimden, aziz dostum. O sizin dişinize göre değil kıza altmış bin frank gelirli bir erkek lazım… Bulundu da.”
Öteki odaya yan gözle bakarak “Yatak düzeltilmemiş!” dedi. “Oh! Zavallı kedim! Sizi unutmuşum.”
Güçlü kuvvetli kız hemen atkısını, şapkasını, eldivenlerini çıkardı; sanatkârın yattığı küçük bekâr yatağını, bir hizmetçi kadın gibi bir çırpıda düzeltti. Bu kabalık, hatta haşinlik, iyilik halitası, Lisbeth’in kendine mal ettiği bu adam üzerindeki hâkimiyetini izah edebilir. Hayat da iyi kötü tenasüpleriyle bizi bağlamıyor mu? Livonyalı, Lisbeth Fischer’e rastlayacak yerde, Madam Marneffe’e rastlamış olsaydı; hamisi kadında, kendisini içinde mahvolacağı batak ve şerefsiz bir yola sürükleyecek müsamahayı bulacaktı. Elbette ki çalışmayacak, sanatkâr da ortaya çıkamayacaktı. İhtiyar kızın haşin tamahını beğenmezlik ederken bile aklı ona bu demir bileği, hemşehrilerinden birkaçının sürdüğü tembel, tehlikeli hayata değişmemesini söylemiyor muydu?
Bu dişi irade ile Polonya’da çoğu zaman rastlandığı söylenen bir nevi garibe olan bu zayıf erkeği birleştirmiş olan hadise de şudur:
1833’te, çok işi olduğu zamanlar, bazen geceleyin de çalışan Matmazel Fischer sabahın saat birine doğru kuvvetli bir karbon gazı kokusu duydu. Can çekişen bir insanın iniltilerini işitti. Kömür kokusu, hırıltı, kendi apartmanını teşkil eden iki odanın üstündeki çatı arası odasından geliyordu; eve yakınlarda gelmiş, üç yıldır boş duran o çatı arası odasına yerleşmiş delikanlının intihar etmekte olduğunu düşündü. Süratle yukarı çıktı, Lorenli kuvvetiyle bir yüklenişte kapıyı devirdi, kiracıyı can çekişme ihtilaçları içinde seyyar bir karyolaya serili buldu. Mangalı söndürdü. Açık kapıdan hava girdi, sürgün kurtuldu. Sonra, Lisbeth onu bir hasta gibi yatırıp o da uyuyunca ihtiyar kız kötü bir masadan, seyyar bir karyoladan, iki sandalyeden başka bir şeyi bulunmayan bu iki çatı arası odasının mutlak yoksulluğunu görünce intiharın sebeplerini anladı.
Masa üzerinde ihtiyar kızın okuduğu şu pusula vardı:
Ben Brelie, Livonya’da doğmuş, Kont Wenceslas Steinbock’ım.
Ölümümden kimse töhmet altında bırakılmasın, intiharımın sebepleri Kosciuszko’nun şu sözleri içindedir: Finis Poloniaei!9
XII. Charles’ın değerli bir generalinin küçük yeğeni dilenmek istemedi. Zayıf bünyem beni askerlik hizmetinden alıkoymuştu, Dresden’den Paris’e gelirken yanımda getirdiğim yüz talerin dün tükendiğini gördüm. Bu masanın çekmecesine ev sahibine borçlu olduğum taksitin ödenmesi için yirmi beş frank bırakıyorum.
Akrabam da olmadığından, ölümüm hiç kimseyi alakadar etmez. Hemşehrilerimden Fransız hükûmetini töhmetlendirmemelerini rica ederim. Kendimi bir mülteci olarak tanıtmadım, hiçbir şey istemedim, hiçbir sürgünle buluşmadım. Paris’te hiç kimsenin varlığımdan haberi yok.
Dindar olarak öleceğim. Tanrı Steinbockların sonuncusunu affetsin!
Aylığını da ödeyen bu can çekişme hâlindeki adamın doğruluğundan pek müteessir olan Matmazel Fischer çekmeceyi açtı, gerçekten yüz meteliklik beş madeni parayı gördü.
“Zavallı delikanlı!” diye bağırdı. “Dünyada kendisiyle ilgilenecek kimsesi yok.”
Evine indi, işini aldı, bu çatı arasında Livonyalı beyzadenin başucunda bekleyerek çalışmaya geldi. Uyandığı zaman başucunda bir kadın görünce sürgünün duyduğu hayret tahmin edilebilir; bir rüya devam ediyor sandı. Bir üniformanın sırma kordonunu yaparken ihtiyar kız, uyuduğu sırada hayranlıkla seyrettiği bu çocukcağızı himaye edeceğine kendi kendine söz vermişti. Genç Kont büsbütün uyanınca Lisbeth ona cesaret verdi; hayatını nasıl kazandırabilir, öğrenmek için onu sorguya çekti. Wenceslas, hikâyesini anlattıktan sonra mevkisini sanatlara karşı malum istidadına borçlu olduğunu ilave etti; kendinde her zaman heykeltıraşlığa karşı bir temayül duymuştu lakin etütler için lüzumlu zaman, onun gözüne parasız bir adam için dayanılmayacak kadar uzun görünmüştü. Şu anda kendini el işçiliğine veremeyecek veya büyük heykeltıraşlığa girişemeyecek kadar zayıf hissediyordu. Bu sözler Lisbeth Fischer’e Yunanca imiş gibi geldi. Bu bahtsıza Paris’in, orada yaşayacak hüsnüniyet sahibi bir adam için nice kaynaklar sunduğu karşılığını verdi. Cesaretli adamlar biraz sabırlı davranınca hiçbir zaman bu şehirde mahvolmamışlardır.
“Ben ancak zavallı bir kızım, bir köylü kızıyım, öyleyken burada kendim için müstakil bir mevki yaratmayı bildim.” diye sözlerini bitirirken ilave etti: “Beni dinleyiniz. Eğer gerçekten çalışmak isterseniz benim birikmiş biraz param var, yaşamanız için lüzumlu parayı aybeay size ödünç olarak veririm ama kıt kanaat yaşamak için, yoksa boş şeylerle vakit geçirmek, kadınlar peşinde koşmak için değil! Paris’te günde yirmi beş metelikle akşam yemeği yenebilir, öğle yemeğinizi de sabah benimkiyle birlikte yapacağım. Nihayet odanızı dayayıp döşeyeceğim, zaruri görünecek çıraklık masraflarınızı da ödeyeceğim. Sizin için harcadığım paraya karşılık, bana usulü dairesinde tanzim edilmiş makbuzlar verirsiniz; zengin olunca da bütün parayı bana geri vereceksiniz. Ama şayet çalışmazsanız, hiçbir şeyi üstüme almamış gibi hareket eder, sizi de yüzüstü bırakırım.”
Ölümle ilk kucaklaşmanın acısını hâlâ duyan bahtsız adam, “Ah!” diye bağırdı. “Araf’taki ruhların yüzlerini cennete döndürmeleri gibi, bütün memleketlerin sürgünleri de gözlerini Fransa’ya döndürmekte pek haklı imişler. Her yerde, hatta şunun gibi bir çatı arasında bile yardımın, cömert kalplerin bulunduğu böyle bir millet! Benim her şeyim olacaksınız, aziz velinimetim, size kul köle olacağım! Polonyalılara has, onları haksız olarak tabasbusa meyil ile töhmetlendiren gönül alıcı gösterişlerle benim dostum olunuz.” dedi.
“Yo! Hayır, ben kıskancımdır, sizi bahtsız ederim ama memnuniyetle arkadaşınız gibi bir şey olurum.” diye Lisbeth karşılık verdi.
“Oh! Paris ortasında çırpındığım bir zamanda beni benimseyecek bir mahluku, bir müstebit bile olsa nasıl hararetle imdadıma çağırdığımı bir bilseydiniz!”