Genç kadın hızla merdivenleri çıktı. Hemencecik ikinci kattaki apartmanın bir penceresi açıldı ama kadın, yanında dazlak kafasından, hafif öfkeli gözlerinden koca olduğu anlaşılan bir mösyö ile birlikte pencerede göründü.
“Şu kadın denilen mahluklar zeki, nükteli şeylerdir, vesselam!..” diye Baron kendi kendine söylendi. “Böylelikle bana evini göstermiş oluyor. Bilhassa böyle bir mahallede, bu biraz tehlikeli bir şey. Kendimizi kollayalım.”
Müdür, milorda bindiği zaman başını kaldırdı; o vakit karı ile koca, sanki Baron’un yüzü onlar üzerinde Médusa başının efsanevi tesirini yapmış gibi hızla geri çekildiler. “Beni tanıyorlarmış, diyeceğim geliyor.” diye Baron düşündü. “Neyse, bu her şeyi izah eder.” Gerçekten, araba Musée Sokağı şosesine çıkınca Baron meçhul kadını bir daha görmek için eğildi, onu yine pencereye gelmiş gördü. Hayranının altında bulunduğu araba körüğünü seyre kapılmaktan utanan genç kadın birdenbire kendini geriye attı. “Onun kim olduğunu dişi keçi vasıtasıyla öğreneceğim.” diye Baron kendi kendine söylendi.
Devlet Müşaviri’nin görünüşü, biraz sonra görüleceği gibi, karı ile koca üzerinde derin bir tesir yaptı. Koca, pencerenin balkonundan ayrılırken:
“Bu, bizim dairedeki müdür Baron Hulot’nun ta kendisi!” diye bağırdı.
“Peki, Marneffe, avlu dibindeki üçüncü katta şu delikanlı ile yaşayan ihtiyar kız onun kuzini mi? Bunu ancak bugün, o da tesadüfen öğrenmemiz pek garip değil mi?”
“Matmazel Fischer bir delikanlı ile yaşasın!..” diye memur tekrarladı. “Bunlar birtakım kapıcı kadın dedikoduları. Nezarette her istediğini yapan bir Devlet Müşaviri’nin kuzininden böylesine hafiflikle söz etmeyelim. Haydi, sofraya otur. Saat dörtten beri seni bekliyorum!”
Napolyon’un meşhur muavinlerinden birinin, Kont de Montcornet’nin gayrimeşru kızı dilber Madam Marneffe, yirmi bin franklık bir drahoma sayesinde Harbiye Nezaretinin küçük bir memuruyla evlenmişti. Hayatının son altı ayında Fransa mareşali olan ünlü korgeneralin itibarı sayesinde bu pısırık, umulmadık bir şekilde kendi bürosunun birinci kâtibi mevkisine nail olmuştu ama şef muavini olacağı bir sırada mareşalin ölümü, Marneffe’le karısının umutlarını tamamen suya düşürmüştü. Gerek borçlarını ödemek, gerek yeni ev açan bir bekâra lüzumlu şeyler ve bilhassa ana evinde alıştığı eğlencelerden vazgeçmek istemeyen güzel bir kadının aşırı istekleriyle Matmazel Valérie Fortin’in drahomasını çoktan eriten Marneffe Efendi’nin servetinin azlığı, aileyi kiradan tasarruf etmeye zorlamıştı. Harbiye Nezaretinden ve Paris’in göbeğinden az uzak olan Doyenné Sokağı’nın mevkisi, aşağı yukarı dört yıldır Matmazel Fischer’le aynı evde oturan Mösyö ve Madam Marneffe’in işlerine geldi.
Jean-Paul-Stanislas Marneffe Efendi, ahlak bozukluğunun verdiği o bir tür kudret sayesinde alıklaşmaya, aptallaşmaya dayanan o memur soyundandır. Saçları, sakalı seyrek, solgun, sarı, kırışık olduğu kadar da yorgun yüzlü, göz kapakları hafif kızarık ve gözlüklü, miskin tavırlı ve daha da miskin kıyafetli bu zayıf, ufak tefek adam, herkesin adaba mugayir suçlardan dolayı ağır ceza mahkemesine sürüklenebileceğini tasavvur ettiği bir tip yaratıyordu.
Birçok Parisli aile ocaklarının örneği olan ve bu aile tarafından işgal edilen apartman, nice evlerde hüküm süren o sahte lüksün aldatıcı görünüşlerini arz ederdi. Salonda, pamuğu bozulmuş kadifelerle kaplı mobilyalar; kötü işlenmiş, kaba bir şekilde boyanmış, Floransa taklidi alçıdan heykelcikler; dökme kristalden avize; ucuzluğu, içine katıştırılmış ve çıplak gözle görünür hâle gelmiş pamuk miktarıyla sonradan anlaşılan halı… Her şey, yünden damasko kumaşının üç yıllık bir şaşaası bile olmadığını anlatan perdelere varıncaya kadar her şey, kilise önündeki üstü başı partal bir fukara gibi sefaleti terennüm ederdi. Tek bir kadın hizmetçi tarafından az bir itina gören yemek salonu, taşra otellerindeki yemek salonlarının mide bulandıran manzarasını veriyordu; orada her şey kirli, her şey bakımsızdır.
Mösyönün bir talebe odasına pek benzeyen, kendisi gibi solmuş, yıpranmış, haftada bir düzeltilen bekâr yatağı, bekâr mobilyası ile döşeli odası; her şeyin öteye beriye atıldığı, eski çorapların çiçekleri tozla resmedilmiş gibi göze görünen, kıldan, yırtılarak patlamış ve kılları çıkmış sandalyeler üstünde asılı durduğu bu korkunç oda, evine karşı lakayt, ömrünü dışarıda, kumarda, kahvelerde veya başka yerlerde geçiren bir adamı pekâlâ ilan ediyordu.
Madamın odası, perdelerin dumandan ve tozdan sarardığı, tabiatıyla kendi hâline bırakılmış çocuğun her yerde oyuncaklarını sürdüğü, apartmanı lekeleyen zilletli bakımsızlık ortasında bir istisna teşkil ediyordu. Valérie’nin, sokak üzerine bina edilmiş eve yalnız bir taraftan avlu nihayetindeki komşu bina ile yaslanmış parçasına bağlayan cephedeki, zarif bir şekilde Acem halısı kaplı, pelesenk ağacından mobilyalı odası ve küçük tuvalet odasında, güzel kadın, daha doğrusu metres kokusu vardı. Ocağın kadifeden saçak perdesi üstünde zamane modası bir saat yükseliyordu. Oldukça iyi süslenmiş bir Dunkerque dolap, lüks bir şekilde yapılmış Çin porseleninden çiçeklikler görünüyordu. Yatak, tuvalet, aynalı dolap, iki kişilik kanepe, lüzumlu cici bici eşya, günün zevklerine ve fantezilerine işaret ediyordu.
Her ne kadar bunlar zenginlik, zarafet bakımından üçüncü derece, buradaki her şey üç yıl önceye ait idiyse de bir züppe, bu lüks için burjuva damgası taşıdığını söylemekten başka edecek söz bulamazdı. Zevkin kendisine mal etmeyi bildiği şeylerden doğan sanattan, zarafetten burada katiyen eser yoktu. Bir içtimai ilimler doktoru bunların, evli bir kadının evinde daima mevcut olmayan, her zaman o yarım ilahtan gelme ufak tefek mücevherler olduğunu anlardı.
Karı kocanın ve çocuklarının yedikleri, dört saat geciken akşam yemeği bu ailenin geçirdiği geçim sıkıntısını izaha kâfiydi çünkü yemek sofrası Paris evlerinde servetin en emniyetli termometresidir. Fasulye suyuyla yapılmış karışık sebzeli çorba, et suyu yerine su ile yapılmış patatesli bir dana eti parçası, en aşağılığından bir tabak kuru fasulyeyle kiraz. Hepsi de gümüş alaşımı, tok sesli, kasvetli takımlarla, kenarları kırık tabaklarda, kaplarla hazırlanan ve yenen bütün bu yemekler, bu kadına layık bir yemek listesi miydi? Baron bu hâli görse kederinden ağlardı. Kirli sürahiler bile köşe başındaki şarapçıdan litre ile satın alınan açık şarabın rengini gizleyemiyordu. Peçeteler bir haftadır kullanılıyordu. Nihayet, her şey haysiyetsiz bir sefaleti, karı ile kocanın aileye karşı kayıtsızlığını açığa vuruyordu. En alelade bir müşahit, onları görünce kendi kendine, bu iki mahlukun yaşamak zaruretinin artık mesut bir dolandırıcılığa başvuracak o uğursuz ana ulaştıklarını görürdü.
Valérie tarafından kocasına söylenen ilk cümle, akşam yemeğinin maruz kaldığı, belki de aşçı kadının Valérie’nin çıkarına olan fedakârlığından doğan gecikmeyi esasen izah edecekti:
“Samanon senetlerini ancak yüzde elli ile kırmak istiyor, teminat olarak da maaşların için bir vekâlet istiyor.”
İkramiyeler hariç, yirmi dört bin franklık bir maaşı olan Harbiye Nezareti müdürünün evinde henüz gizli olan sefalet, memurun evinde son haddine varmıştı.
Koca, karısına bakarak, “Müdürü mü kafesledin?” dedi.
Kadın, kulis argosundan alınma bu sözden hiç alınmaksızın “Sanırım.” diye karşılık verdi.
“Hâlimiz ne olacak?”