“Kim yaptı bunu?” diye Hortense sordu.
“Kim olacak, âşığım tabii!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Bunda on aylık emek var; bu kadar zamanda ben püskül yapsaydım, daha çok para kazanırdım… Bana dedi ki Steinbock, Almancada kayalıklar hayvanı veya dağ keçisi manasına gelirmiş. Eserlerine hep böyle imza atmayı kuruyor. Ah! Şalın benim olacak!”
“Nedenmiş o?”
“Böyle mücevheri ben satın alabilir miyim, ısmarlayabilir miyim? Bu imkânsız, demek ki birisi tarafından bana verildi. Bu türlü hediyeleri kim verebilir? Elbette ki bir âşık!”
Hortense, ruhları güzele karşı açık kimselerin kusursuz, tam, umulmadık bir şaheseri görünce duydukları o ani tesirle çarpılmışsa da eğer farkına varmış olsaydı Lisbeth Fischer’in ürkeceği bir mürailikle bütün hayranlığını ifade etmekten sakınmıştı.
“Doğrusu hoş bir şey.” dedi.
“Evet, hoş.” diye ihtiyar kız devam etti. “Ama portakal rengi bir kaşmiri daha çok severim. Ya, böyle işte yavrum, âşığım bu türlü şeylere emek sarf etmekle vaktini geçirir. Paris’e geleli beri bunun gibi üç veya dört ehemmiyetsiz şey yaptı; işte dört yıllık çalışmaların, emeklerin semeresi. Dökmecilerin, kalıpçıların, kuyumcuların yanında çıraklık etti… Ooo! Bu uğurda yüzlerce, binlerce frank harcadık. Mösyö bana diyor ki şimdi, birkaç ay içinde meşhur, zengin olacakmış.”
“Onu görüyorsun demek?”
“Bana bak! Masal mı anlatıyorum, sanıyorsun? Sana gülerek gerçeği söyledim.”
“Eee, seni seviyor mu?” diye Hortense telaşla sordu.
Kuzin, ciddi bir tavır takınarak “Bana tapıyor!” diye karşılık verdi. “Hem biliyor musun yavrum, hepsi de kuzeydeki kadınlar gibi solgun, tatsız birtakım kadınlar tanımış sadece; benim gibi esmer, ince endamlı genç bir kız onun gönlünü yaktı. Ama sus! Bana söz verdin.”
Genç kız, mühre bakarak alaylı bir eda ile “Korkarım ki bu da öteki beşlerin akıbetine uğrayacak!” dedi.
“Altı, matmazel; benim için hâlâ bugün bile dağları delecek birini Lorraine’de bıraktım.”
“Bu daha iyisini yapıyor.” diye Hortense karşılık verdi. “Sana güneşi getiriyor.”
“Bunu nerede paraya değiştirtebiliriz?” diye Kuzin Bette sordu. “Güneşten istifade etmek, çok toprak ister.”
Birbiri ardından söylenen, akla gelecek çılgınlıkları peşinden sürükleyen bu şakalar, Barones’e kızının istikbalini, onu yaşının bütün neşesine kendini kapıp koyvermiş gördüğü bugünüyle mukayese ettirerek dertlerini iki kat arttırmış olan o gülmeleri doğuruyordu.
Bu mücevherle derin düşüncelere sürüklenen Hortense, “Ama altı aylık bir emek isteyen mücevherler hediye etmesi için onun sana karşı büyük minnetler beslemiş olması lazım değil mi?” diye sordu.
“Yo, sen bir solukta lüzumundan fazla şeyler öğrenmek istiyorsun!” diye Kuzin Bette karşılık verdi. “Ama dinle… Bak, seni bir komploya sokacağım.”
“Âşığınla birlik mi olacağım?”
“Ah! Onu pek görmek isterdin, bilirim! Ama anlarsın ya, beş yıldır bir âşığı elinde tutmasını bilen Bette’iniz gibi ihtiyar bir kız onu iyi de saklar… Onun için bizi rahat bırak. Görüyorsun ya, benim ne kedim ne kanaryam ne köpeğim ne de papağanım var; benim gibi kart bir dişi keçinin sevecek, hırpalayacak küçük bir şeyi olmalı. İşte! Ben de kendime bir Polonyalı buldum.”
“Bıyıkları var mı?”
Bette, sırma iplik sarılı bir iği göstererek “Bunun gibi uzun.” dedi.
Kuzin Bette işini daima şehre yanında götürür, akşam yemeğini beklerken iş işlerdi.
“Durmadan bana böyle birtakım sorular sorarsan, hiçbir şey öğrenemezsin.” diye devam etti. “Daha yirmi iki yaşındasın ama kırk ikisinde, hatta kırk üçünde olan benden daha çenebazsın.”
“Dinliyorum, ses çıkarmayacağım…” dedi Hortense.
“Âşığım on iki parmak yüksekliğinde bronzdan bir heykel yaptı.” diye konuştu Kuzin Bette. “Bu, bir arslanı parçalayan Samson’u tasvir ediyor; onu şimdi, Samson kadar eski olduğuna herkesi inandırmak için gömdü, paslandırdı. Bu şaheser, Carrousel Meydanı’ndaki dükkânlardan, benim evime yakın binbir çeşit mağazalardan birinde teşhir edilmiştir. Şayet ticaret ve Ziraat Nazırı Mösyö Popinot’yu veya Kont de Rastignac’ı tanıyan baban onlara, gözüne ilişmiş güzel bir şaheser diye bu heykelin sözünü edebilse anlaşılan o büyük şahsiyetler bizim püsküllerle uğraşacak yerde, bu metaya ehemmiyet verirlermiş; şayet bu maskara bakır parçasını satın alırlar veya görmeye gelirlerse âşığım servet sahibi olacakmış. Oğlancağız bu ehemmiyetsiz şeyin antika sanılacağını, ona pek yüksek fiyat verileceğini iddia ediyor. Şimdilik, nazırlardan biri heykeli alacak olursa kendisi gidip huzura çıkacak, eseri yapan olduğunu ispat edecek, zafere de kavuşacak! Oh, kendini göklerde sanıyor, delikanlıda iki yeni kontun gururu var.”
“Bu Michel-Ange’ın taklidi ama o âşık olmasına rağmen aklını oynatmamış…” dedi Hortense. “Peki ne kadar istiyor?”
“Bin beş yüz frank!.. Tacir bronzu daha aşağıya vermeyecek çünkü o da komisyon alacak.”
“Babam…” dedi Hortense. “Şimdi krallık levazımındadır; iki nazırı her gün Mecliste görüyor, işini yapacak, ben üstüme alıyorum. Zengin olacaksınız, Madam la Kontes Steinbock!”
“Yo, erkeğim pek hem de pek tembeldir; bütün haftalarını kırmızı bal mumunu mıncıklamakla geçiriyor, hiç iş üretmiyor. Ah! Ah! Louvre’da, Bibliotheque’te estamplara bakmak, bunları çizmekle ömrünü geçiriyor. Senin anlayacağın, aylağın biri.”
İki kuzin şakalaşmaya devam ettiler. Hortense, insanın kendini gülmeye zorladığı zamanki gibi gülüyordu çünkü her genç kıza musallat olan bir sevda içini bürüyordu; bilinmeyen adamın sevdası… Şüphe hâlinde ve düşünceleri tesadüfün önlerine attığı bir çehre etrafında toplayan bir sevda, tıpkı bir pencere kenarına rüzgârın savurduğu saman çöplerine takılan kar çiçekleri gibi! On aydır, annesi gibi o da kuzininin ezelî bekârlığına inanması yüzünden, ihtiyar kızın hayalî âşığından gerçek bir varlık yaratmıştı; sekiz günden beridir de bu hayalet Wenceslas Steinbock oluvermişti. Rüyanın bir nüfus cüzdanı vardı, buhar otuz yaşında bir delikanlı şeklinde tecessüm etmişti. Dehanın bir ışık gibi parlayışının bir nevi müjdesi olarak elinde tuttuğu mühür, bir tılsım kudreti kazandı. Hortense kendini o kadar mesut hissetmişti ki bu masalın uydurma olmasından kuşkulanmaya başladı; kanı kaynıyor, kuzinini aldatmak için deli gibi gülüyordu.
“Ama salonun kapısı açık gibime geliyor…” dedi Kuzin Bette. “Haydi, gidip bakalım, Mösyö Crevel gitmiş mi gitmemiş mi?”
“Annem iki gündür pek tasalı,