Deslauriers şırfıntı kızı savalı çok olmuştu; odanın ortasındaki masada yazı yazıyordu. Saat dörde doğru Bay Cisy içeri girdi.
Dün akşam, Dussardier sayesinde, bir hanımla dostluğu kaynatmıştı. Hatta araba ile onu da kocasını da evinin önüne kadar götürmüştü. Kadından randevu da koparmıştı. Oysa bu adı bilen yoktu!
“Ne yapayım istiyorsun yani?” dedi Frédéric.
O zaman, beyzade saçmalamaya başladı. Matmazel Vatnaz’ın, Endülüslü kadının, öteki kadınların lafını etti. Birçok istiarelerden sonra ziyaretinin sebebini anlattı. Dostunun ağzı sıkılığına güvenerek girişeceği bir teşebbüste kendisine yardım etmesini istemeye gelmişti, bu teşebbüsten sonra ancak kesin olarak kendine erkek gözü ile bakabilecekti. Frédéric buna olmaz demedi. Hikâyeyi Deslauriers’ye anlattı, ama kimle ilgili olduğunu söylemedi.
Kâtip “şimdiki gidişatını pek iyi” buldu. Öğütlerine saygı gösterilmesi neşesini arttırdı.
Askerî teçhizat için sırma nakış işleyen, dünyanın en tatlı insanı, bir kamış gibi narin, iri mavi gözlü, her şeye şaşan Matmazel Clemence Daviou’yu o daha ilk gününde bu neşesi sayesinde büyülemişti. Kâtip, kızın saflığını, nişanları olduğuna inandıracak kadar kötüye kullanmıştı. Söylediğine göre, onunla baş başa olduğu zaman, redingotunu kırmızı şeritle süslüyor, patronunu küçük düşürmemek için herkesin yanında çıkarıyormuş. Zaten kızla arasında bir mesafe bırakıyor, kendini bir paşa gibi okşatıyor, güldürmek için ona “halk kızı” diyormuş. Kız her seferinde kendisine küçük menekşe buketleri getiriyormuş. Frédéric böyle bir aşk istemezdi.
Böyle olmakla beraber, Pinson’un veya Barillot’nun kahvesindeki bölmeli yere gitmek için bunlar kol kola girip sokağa çıktıkları zaman acayip bir keder duyardı. Frédéric, bir yıldır, her perşembe günü, Choiseul Sokağı’na akşam yemeğine gitmeden önce tırnaklarını fırçalarken Deslauriers’ye nasıl ızdırap çektirdiğini bilmiyordu!
Bir akşam, balkondan onların gidişine bakıyordu, uzaktan Arcole Köprüsü’nün üstünde Hussonnet’yi gördü. Bohem birtakım işaretler edip onu çağırmaya başladı. Frédéric beş katı inince “Mesele şu: Önümüzdeki cumartesi, ayın 24’ünde, Madam Arnoux’nun isim günü.” dedi.
“Nasıl olur, adı Marie değil mi?”
“Olsun, bir adı da Angèle! Eğlence Saint-Cloud’daki yazlık evlerinde yapılacak; size haber vermek ödevini ben üstüme aldım. Saat üçte gazetenin önünde bir vasıta bekleyecek. Böyle kararlaştırılmış! Sizi rahatsız ettim, özür dilerim. Görülecek öyle çok işim var ki!”
Frédéric daha arkasını dönmeden kapıcı bir mektup verdi:
Mösyö ve Madam Dambreuse, ayın 24’üncü Cumartesi günü evlerinde verecekleri ziyafete gelmekle kendilerine şeref vermesini Bay Moreau’dan rica ederler. Lütfen karşılık verilmesi…
“Çok geç.” diye düşündü.
Bununla beraber mektubu Deslauriers’ye gösterdi; o, “Oh! Hele şükür!” diye bağırdı. “Ne o, memnun olmamış gibi bir hâlin var. Sebep?”
Frédéric biraz tereddüt ettikten sonra aynı gün başka bir yere davetli olduğunu söyledi.
“Lütfen şu Choiseul Sokağı’na gitmeye boş ver. Budalalığın lüzumu yok! Sıkılıyorsan senin yerine ben karşılık vereyim.”
Kâtip üçüncü kişi ağzından kabul edildiğini bildiren bir karşılık yazdı.
Deslauriers kibar âlemine hep hırs ve tamahla baktığından bu âlemi matematik kanunları sayesinde işleyen yapmacık bir yaratık olarak gözünde büyütürdü. Şehirde bir akşam yemeği, mevki sahibi bir adama rastlamak, güzel bir kadının gülümsemesi, birbirinden doğan bir sıra eylemlerle çok büyük sonuçlara varabilirdi. Paris’in bazı salonları, ham maddeyi alıp yüz misli değerli hâle getiren makinelere benzerdi. Diplomatlara akıl veren kibar fahişelere, entrikalarla yapılmış zengin evlenmelere, kürek mahkûmlarının dehasına, talihin kuvvetli olanların elinde yumuşak başlı hâle geldiğine inanırdı! Nihayet Dambreuse’lerle sık sık görüşmeyi o kadar faydalı buluyordu, bunun o kadar çok lafını etmişti ki Frédéric neye karar vereceğini bir türlü bilemiyordu.
Madam Arnoux’nun isim günü olduğuna göre, ona bir hediye sunmazlık edemezdi. Sakarlığını bağışlatmak için tabii bir şemsiye götürmeyi düşündü. Bir yerde, Çin işi, sapı sedef kakmalı, alacalı ipekten bir markiz gördü. Ama fiyatı yüz yetmiş beş franktı, oysa hiç parası yoktu, gelecek üç aylık parasına güvenerek borçla geçiniyordu. Yine de öyleyken, bu şemsiyeyi beğenmişti, istiyordu. Nefret ettiği hâlde Deslauriers’ye başvurdu.
Deslauriers parası olmadığını söyledi.
“Paraya ihtiyacım var, çok lazım!” dedi Frédéric.
Öteki, aynı özrü tekrarlayınca kızdı.
“Ama sen bazen pekâlâ…”
“Eee, ne olmuş?”
“Hiç!”
Kâtip anlamıştı. Yedek sakladığı paradan Frédéric’e istediğini verdi. Paraları teker teker sayınca “Makbuz filan istemem, senin sırtından geçiniyorum mademki…” dedi.
Frédéric türlü tatlı diller dökerek dostunun boynuna sarıldı. Deslauriers soğuk davrandı. Sonra ertesi gün, güneş şemsiyesini piyanonun üstünde görünce, “Yaa! Parayı onun için istemiştin demek!” dedi.
Frédéric, korka korka “Gönderirim belki…” dedi.
Tesadüf de Frédéric’e yardım etti. Çünkü akşama kenarı kara çerçeveli bir pusula aldı. Madam Dambreuse bunda bir amcanın kaybını haber veriyor, kendisiyle tanışmak zevkini başka bir zamana bıraktığından ötürü özür diliyordu.
Frédéric daha saat ikide gazete idarehanesine damladı. Arnoux, Frédéric’i kendi arabasıyla götürmek için bekleyecek yerde, kır havası almak ihtiyacına dayanamayıp dünden çekip gitmişti.
Her yıl, ilk yapraklar yeşerir yeşermez, Arnoux günlerce sabahtan sıvışıp tarlalar arasında uzun yürüyüşler yapar, çiftliklerde süt içer, köylü kadınlarla çocukça şakalaşır, mahsul üstünde bilgi edinir ve mendiline salata doldurup getirirdi. Sonunda, eski bir hülyayı gerçekleştirip kendine bir yazlık ev satın almıştı.
Frédéric tezgâhtarla konuştuğu sırada, Matmazel Vatnaz çıkageldi. Arnoux’yu göremeyince kırıldı. Tacir yazlıkta belki daha iki gün kalacakmış. Tezgâhtar, Matmazel Vatnaz’a “oraya gitmesini” salık verdi. Gidemezmiş. Mektup yazabilirmiş, ama kaybolmasından korkuyormuş. Frédéric mektubu kendi eliyle götürmeyi üstüne aldı. Matmazel Vatnaz hemen bir mektup yazdı ve Arnoux’ya yalnızken vermesini tembih etti. Kırk dakika sonra Frédéric, Saint-Cloud’da gemiden inmişti. Köprüden yüz adım ötede olan ev, tepenin yamacına yaslanmıştı. Bahçe duvarlarını iki sıra ıhlamur ağacı kaplamıştı, geniş bir çimenlik nehrin kıyılarına kadar iniyordu. Demir parmaklığın kapısı açık olduğundan Frédéric içeri girdi.
Otların üstüne uzanmış olan Arnoux, birkaç kedi yavrusu ile oynuyordu. Kendini bu eğlenceye iyice vermiş görünüyordu. Matmazel Vatnaz’ın mektubu onu içinde bulunduğu gevşeklikten çekip çıkardı.
“Hay aksi şeytan, hay! Ne can sıkıcı