Ertesi gün oğlu gelecek diye bekleyen Madam Moreau çok üzüldü. Oğlunun uğradığı talihsizliği herkesten sakladı ve “ne olursa olsun” gelmesini yazdı. Frédéric razı olmadı. Araları bozuldu. Yine de öyleyken, annesi hafta sonunda üç aylık para ile müzakereler için istenen iki yüz elli frangı yolladı. Bu para ile Frédéric kendine parlak gri bir pantolon, beyaz fötr bir şapka ve altın saplı ince bir baston satın aldı.
Bunların hepsine kavuşunca “Bana da kendimi beğendirmek merakı mı geldi yoksa?” diye düşündü. Büyük bir tereddüde kapıldı.
Madam Arnoux’ya gideyim mi, gitmeyeyim mi, diye üç kere yazı mı tura mı yaptı. Her defasında falı hayırlı çıktı. Demek ki kader emrediyordu. Choiseul Sokağı’na araba ile gitti.
Telaşla merdivenleri çıktı. Çıngırağın kordonunu çekti. Çalmadı. Neredeyse bayılacak sanmıştı kendini. Sonra, öfke ile kırmızı ipekten ağır kordonu bir kere daha çekti. Çıngırak sesi çınladı, ses yavaş yavaş söndü. Artık hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Frédéric korktu.
Kulağını kapıya yapıştırdı. Çıt yok! Gözünü anahtar deliğine uydurdu. Bekleme odasında, duvardaki kâğıttan çiçekler arasında iki kamış ucundan başka bir şey göremedi. Tam dönüp gidecekken vazgeçti. Bu defa, çok yavaşça kapıya vurdu. Kapı açıldı, dağınık saçlarıyla, kızarmış yüzü ile, asık suratı ile Arnoux’nun kendisi eşikte göründü.
“Vay! Hangi şeytan sizi yolladı? Haydi, girin.”
Arnoux, Frédéric’i oturma odasına veya kendi odasına değil de yemek odasına soktu; ortadaki masanın üstünde bir şişe şampanya ile iki bardak görünüyordu. Sert bir eda ile “Benden istediğiniz bir şey mi var, sevgili dostum?” diye sordu.
Ziyaret için bir bahane arayan delikanlı, “Yok! Hiçbir isteğim yok!” diye kekeledi.
Sonunda, kendisinden haber almak için geldiğini söyledi; çünkü Hussonnet’nin raporuna göre, kendisini Almanya’da sanıyormuş.
“Hiç böyle bir şey yok!” dedi Arnoux. “Ne beyinsiz oğlan bu, her şeyi ters anlıyor!”
Frédéric, şaşkınlığını gizlemek için salonda sağa sola gidip gelmeye başlamıştı. Ayağı bir iskemleye çarpınca üstünde duran şemsiyeyi yere düşürdü, şemsiyenin sedef sapı kırıldı.
“Ah, ya Rabbi!” diye seslendi. “Madam Arnoux’nun şemsiyesini kırdığıma ne kadar üzüldüm!”
Bu sözlerine tacir başını kaldırıp bir tuhaf gülümsedi. Frédéric, Madam Arnoux’nun sözünü etmek fırsatını kaçırmayarak ürkek ürkek, “Kendisini göremeyecek miyim?” diye ekledi.
Memleketinde, hasta olan annesinin yanındaymış. Ne kadar kalacağını sormaya dili varmadı. Sadece Madam Arnoux’nun nereli olduğunu sordu.
“Chartres’lı! Ne o, şaştınız mı?”
“Ben mi? Yoo! Neye şaşayım? Hiç de şaşmadım.”
Sonra, birbirlerine söyleyecek hiçbir şey bulamadılar. Bir sigara yakan Arnoux masanın etrafında soluyarak dönüyordu. Frédéric’se sobanın önünde ayakta durmuş, duvarlara, rafa, yere bakıyordu. Kafasının içinden, daha doğrusu gözlerinin önünden birtakım güzel hayaller geçip gidiyordu. Nihayet çekildi.
Bekleme odasında, yerde dertop edilmiş bir gazete kâğıdı duruyordu. Arnoux kâğıdı aldı, ayak parmaklarının ucuna basarak, dediğine göre, deliksiz bir kuşluk uykusu uyumak için çıngırağın içine soktu. Sonra Frédéric’in elini sıktı:
“Lütfen kapıcıya söyleyin, ben evde yokum.”
Arkasından da kapıyı çarparak kapadı.
Frédéric merdivenin basamaklarını birer birer indi. Bu ilk teşebbüsünün başarısızlığa uğraması bundan sonraki teşebbüslerin akıbeti üzerinde de cesaretini kırmıştı. O zaman üç ay süren sıkıntılı günler başladı. Yapacak hiçbir işi olmadığından aylaklık, kederini daha da arttırıyordu.
Saatlerce durup balkondan, lağımlardan gelen pisliklerle, kıyıya bağlanmış çamaşırcı dubaları ile yer yer kararmış olarak, kirli renkli rıhtımlar arasından akan nehre bakardı. Kıyıda, ara sıra, küçük çocuklar çamurların içinde bir fino köpeğini ıslatarak eğlenirlerdi. Solda Notre-Dame’ın taş köprüsünden ve üç asma köprüden ayrılan gözleri hep sağdaki Karaağaçlar Rıhtımı’na, Montereau Limanı’ndaki ıhlamur ağaçlarını andıran ihtiyar ağaç kümesine kayardı. Saint-Jacques Kulesi, belediye dairesi, Saint-Gervais, Saint-Louis karşıdaki fark edilmeyen çatılar arasından yükselir ve Temmuz Sütunu’nun tepesindeki peri doğuda altından büyük bir yıldız gibi parlarken öbür uçta Tuileries’nin kubbesi ağır mavi kütlesini gökte yuvarlaklaştırırdı. Madam Arnoux’nun evi o tarafta, arkada olacaktı herhâlde.
Tekrar dönüp odasına girerdi; sonra sedire uzanır, karışık, birbirleriyle bağı olmayan düşüncelere, eser planlarına, davranış tasarılarına, gelecekte yapacağı işlere dalardı. Kendini düşünmekten kurtarmak için sonunda sokağa çıkardı.
Her zaman gürültülü, bu mevsimde ise öğrenciler ailelerinin yanlarına gittikleri için tenha olan Quartier Latin’de rastgele yürürdü. Kolejlerin sessizlikten uzamış gibi olan duvarlarının daha da kasvetli bir görünüşü vardır. Her türlü bezgin sesler, kümeslerde kanat çırpmalar, bir bacanın homurtusu, bir kundura tamircisinin çekiç sesi işitilirdi; elbise tacirleri sokak ortasında durup boşuna her pencereye soruşturucu bakışlarla bakarlardı. Tenha kahvelerde tezgâhtaki hanım, dolu içki sürahicikleri arasında esnerdi. Gazeteler okuma odalarında deste deste dururdu; ütücülerin atölyesindeki çamaşırlar esen ılık rüzgârla ürperirdi. Ara sıra eski bir kitapçının sergisi önünde durur, yaya kaldırımına sürtünüp geçen bir omnibüse bakardı. Lüksemburg’un önüne geldi mi buradan öteye gitmezdi.
Bazen, avunmak umudu onu bulvarlara doğru çekerdi. Nemli bir serinlik yükselen daracık karanlık sokaklardan, ışıkları insanın gözlerini kamaştıran, tenha, büyük meydanlara çıkardı. Bu meydanlardaki anıtlar kaldırımın kıyısında kara gölgeli, diş şeklinde nakışlar işlemiştir. Ama yük arabaları, dükkânlar yine başlardı; kalabalık, en çok da pazar günleri, Bastille’den kopup Madelenie’e kadar asfalt üstünde, toz içinde, sürekli bir uğultu içinde dalgalandığı zaman onu serseme döndürürdü. Yüzlerin çirkinliği, söylenen sözlerin manasızlığı, ter içindeki alınlarda parlayan budalaca hoşnutluk içini bulandırırdı! Böyle olmakla beraber, kendisinin bu insanlardan daha değerli olduğu düşüncesi bunlara bakmanın yorgunluğunu hafifletirdi.
Her Allah’ın günü Art Industriel’e gidiyordu. Madam Arnoux’nun ne zaman döneceğini öğrenmek için annesi üstüne uzun uzun sorular soruyordu. Arnoux ise hep “Daha iyiceymiş.” diye karşılık veriyordu. Karısı, kızı ile birlikte gelecek hafta dönecekmiş. Gelmekte geciktikçe Frédéric meraklanıyordu; bu sevgiden duygulanan Arnoux beş altı defa onu akşam yemeğine lokantaya götürdü.
Böyle uzun uzun baş başa kalınca