“Antoine ne oldu? Eugene diye birisi vardı. Ya o Theodore, yemekleri hep aşağıdan getiren ufak tefek garson? O zaman ne güler yüzlü insanlar vardı. O Burgonyalıları bir daha nerede görürüz!”
Sonra sayfiyedeki arsaların değeri üstünde görüşüldü; arsa işi Arnoux’nun kârlı bir spekülasyonuydu. Beklemekle faiz kaybediyordu, çünkü ne para verseler satmak istemiyordu. Regimbart birini bulacaktı. Bu iki bay, ellerinde kalem, yemekten kalkıncaya kadar birtakım hesaplar yapıp durdular.
Kahve içmek için Saumon Pasajı’nda alt kattaki bir kahveye gittiler. Frédéric bardak bardak üstüne bira içerek, ayakta durup bitmek tükenmek bilmez bilardo partilerini seyretti. Korkaklığından mı, budalalığından mı, neden olduğunu kendisi de bilmeden aşkı için hayırlı bir şey çıkar karanlık umudu içinde gece yarısına kadar kaldı.
Acaba onu ne zaman görecekti? Frédéric umutsuzluğa düşmüştü. Ama kasım ayının sonlarına doğru, bir akşam Arnoux, “Haberiniz var mı? Karım dün geldi.” dedi.
Ertesi gün, saat beşte Frédéric evine damlamıştı.
Ağır hasta olan annesinin iyileşmesine sevindiğini söylemekle, geçmiş olsunla söze başladı.
“Ne hastası? Kim söyledi?”
“Arnoux!”
Madam Arnoux hafif bir “ah” etti; sonra, önce ciddi olarak korktuğunu, şimdi bir şeyi kalmadığını söyledi.
Ocağın yanındaki kumaş kaplı koltuğa oturmuştu. Frédéric’se kanepedeydi, şapkasını dizleri arasında tutuyordu. Konuşmada güçlük çekiliyordu. Madam Arnoux her dakika Frédéric’i yalnız bırakıyor, o da duygularını anlatmak için bir bağlantı bulamıyordu. Ama güya birtakım davalarla uğraşmaktan yanıp yakılınca Madam Arnoux, hemen düşüncelere dalan başını önüne eğip “Evet, anlıyorum… İşler…” diye karşılık verdi.
Frédéric bu düşüncelerin neler olduğunu öğrenmeye can atıyordu, hatta bundan başka bir şey düşünmüyordu. Alaca karanlık ikisini de karanlıklara boğmuştu.
Madam Arnoux kalktı, sokağa çıkacakmış. Başında kadife bir şapka, arkasında siyah, kenarı pöti-gri işlemeli bir pelerinle tekrar göründü. Frédéric kendisine yoldaşlık etmek teklifinde bulunmaya cesaret etti.
Göz gözü görmüyordu; hava soğuktu; evlerin yüzlerini kaplamış olan kalın bir sis havada pis pis kokuyordu. Frédéric bu havayı büyük bir zevkle içine çekiyordu; çünkü elbisesinin kumaşı altında kolunun şeklini duyuyor, iki düğmeli güderi eldiven içindeki eli yenine değiyordu. Kaldırımlar kaygan olduğundan, yürürken biraz sendeliyorlardı. Frédéric’e bir bulut içinde ikisi birlikte rüzgârda sallanıyorlarmış gibi geliyordu.
Bulvarın bol ışıklarıyla kendine geldi. Tam fırsattı, kaybedecek vakit yoktu. Richelieu Caddesi’ne kadar ilanıaşk edecek gibi oldu. Ama tam bu sırada, Madam Arnoux bir porselen mağazasının önünde birden durdu.
“Geldik, teşekkür ederim!” dedi. “Her zamanki gibi perşembeye yine geleceksiniz, değil mi?”
Ziyafetler başladı, Madam Arnoux’yu sık sık gördükçe de dermansızlığı artıyordu.
Bu kadını seyretmek, çok ağır bir koku koklamış gibi kendisini yoruyordu. Bu onun kalbinin derinlerine inmiş, âdeta bir genel duyuş tarzı, yeni bir varoluş şekli hâline gelmişti.
Sokak fenerlerinin altında rastladığı orospular, ince nağmeleri şakıyan şarkıcı kadınlar, at üstünde dörtnala giden kadınlar, yaya yürüyen burjuva kadınları, pencerelere çıkmış yosma işçi kızları, bu kadınların hepsi ya birtakım benzerliklerle ya da göze batan tezatlarla kendisine hep onu hatırlatırdı. Dükkânların önlerinde durup kaşmir kumaşlardan dantelalara, küpe taşlarına, bunları onun beline dolanmış, korsajına dikilmiş, kara saçlarında parıldar hayal ederek bakardı. Çiçek satıcılarının çiçekleri o gelsin, birkaçını beğenip alsın diye serilip serpilmiştir; kunduracıların camekânındaki kuğu tüyü nakışlı satenden küçük terlikler, giysin diye onun ayaklarını bekler gibiydi. Bütün sokaklar evine çıkardı; arabalar onu alıp çabucak evine götürmek için meydanlarda dururlardı; Paris kişiliği ile ilgiliydi ve büyük şehir bütün sesleriyle, bir orkestra gibi, onun etrafında uğuldardı.
Bitkiler Bahçesi’ne gittiğinde, bir palmiyeyi görünce Frédéric, uzak memleketlere doğru sürüklenirdi. Hecin develerinin sırtında, fillerin hamailinde, bir yatın kabinesinde adalar arasında veya otlar arasındaki sütunlara ayağı çarpıp sendeleyen çıngıraklı katırların sırtında ikisi birlikte yolculuk ederlerdi. Bazen, Louvre’da eski tabloların önünde durur, aşkı onu kucaklayıp kaybolmuş yüzyıllara götürür, resimlerdeki kişilerin yerine kordu. Madam Arnoux başında tüllü külahı, kurşundan bir camlı bölmenin önünde diz üstü dua ederdi. Bir Kastilya veya Flandra derebeyinin karısı olur, iyi kolalanmış, kırmalı yakalı ve kasnaklı bol elbisesiyle oturup dururdu. Sonra sırmalı ipek elbiseler içinde, deve kuşu tüyünden bir sayvan altında, senatörler arasında renkli mermerden büyük merdivenleri inerdi. Başka zamanlar da onu bir haremin yastıkları içinde, sarı ipekten pantolon giymiş hayal ederdi; her güzel olan şey, yıldızların parlaması, bazı müzik havaları, bir cümlenin şekli, bir şeklin çizgisi farkında olmadan birden aklına bu kadını getirirdi.
Onu kendine metres yapmaya kalkışmanınsa boşuna uğraşmak olacağını gayet iyi biliyordu.
Bir akşam çıkıp gelen Dittmer onu alnından öpmüştü, Lovarias da “Bir dostluk imtiyazı olarak, müsaade edersiniz, değil mi?” deyip alnından öptü.
Frédéric “Hepimiz de dostuyuz gibi geliyor bana?” diye kekeledi.
“Hepsi eski dost değil!” diye karşılık verdi Madam Arnoux.
Kendisini dolaylı olarak önceden terslemekti bu.
Zaten elinden ne gelirdi? Sevdiğini mi söylesin? Bunu söyledi mi ya her hâlde başından savacak ya kızıp evinden kovacaktı! Bütün acılara katlanmaya seve seve razıydı, elverir ki onun yüzünü görmekten yoksun olmasın.
Piyanistlerin kabiliyetine, askerlerin yüzlerindeki yaralara imreniyordu. “belki benimle ilgilenir” diye, ağır bir hastalığa tutulmayı yürekten istiyordu.
Arnoux’yu kıskanmayışına şaşardı; Madam Arnoux’yu kendisine pek yaraşan iffetinden başka bir giysi altında düşünemez, cinsiyeti de esrarlı bir karanlık içinde kaybolurdu.
Yine de öyleyken, onunla beraber yaşamak, senli benli konuşmak, başını saran kurdeleyi uzun uzun okşamak veya yere diz çöküp kollarını beline dolamak, gözlerinde ruhunu içmek mutluluğunu düşünürdü!
Bu mutluluğa ermek için kaderini yenmesi gerekirdi; oysa elinden hiçbir şey gelmediği için Tanrı’ya lanetler yağdırır, kendini korkak diye suçlandırır, hücresi içinde dört dönen mahpus gibi, arzuları içinde döner dururdu. Hiç eksilmeyen bir ızdırapla boğulurdu. Saatlerce hareketsiz durur veya iki gözü iki çeşme ağlardı. Kendini tutmak kuvvetini bulamadığı bir gün Deslauriers ona, “Söyle Allah aşkına, senin neyin var?” dedi.
Frédéric’in