Bununla beraber, Madam Arnoux ile karşılaştı. İlk defasında yanında üç hanım vardı. Bir başka gün, öğleden sonra Matmazel Marthe’ın yazı öğretmeni çıkageldi. Madam Arnoux’nun kabul ettiği erkekler hiç kendisini ziyarete gelmemişlerdi. Saygı gösterip bir daha eve gitmedi.
Ama perşembe ziyaretlerine çağrılsın diye, her çarşamba Art Industriel’e gitmekten de geri kalmadı. Bir gravüre bakar, bir gazeteye göz gezdirir gibi yaparak orada herkesten, hatta Regimbart’dan bile uzun kalırdı. Nihayet Arnoux “Yarın akşam boş musunuz?” deyince daha cümlesini bitirmeden daveti kabul ederdi. Arnoux, Frédéric’i sever gibiydi. Delikanlıya şaraptan anlamak sanatını, punç yapmasını, bıldırcın yemeği pişirmesini öğretti. Madam Arnoux ile ilgili her şeyi, mobilyalarını, hizmetçisini, evini, sokağını sevdiğinden Frédéric, Arnoux’nun verdiği öğütleri bir bir tutardı.
O bu ziyafetlerde hiç konuşmaz, Madam Arnoux’yu seyre dalardı. Şakağında küçük bir beni vardı. Kurdeleleri saçlarından daha karaydı, kıyıları her zaman biraz nemli gibiydi. Ara sıra yalnız iki parmağı ile bunları okşardı. Frédéric tırnaklarının ayrı ayrı şekillerini bilir, kapıların yanından geçerken ipek elbisesinin hışırtısını işitmeye bayılır, mendilini gizli gizli koklardı. Tarağı, eldivenleri, yüzükleri onca, sanat eserleri gibi önemli, âdeta insan gibi canlı, özel şeylerdi. Bunların hepsi onu duygulandırır, sevgisini arttırırdı.
Aşkını Deslauriers’den saklayamamıştı. Madam Arnoux’nun evinden döndüğü geceler, onun lafını etmek için dostunu mahsus uyandırırdı.
Sandık odasında musluğun yanında yatan Deslauriers uzun uzun esnerdi. Frédéric yatağının ayak ucuna oturur, sonra kiminde küçümseme kiminde sevgi gördüğü incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırdı. Mesela bir defasında, Madam Arnoux onun koluna girmemiş, Dittmer’in koluna girmiş, Frédéric de buna üzülmüş.
“Aa! Budala mısın? Üzülecek ne var bunda?”
Madam Arnoux ona “dostum” demiş.
“Öyleyse sen de neşeli ol!”
“Olamıyorum, elimde değil.” derdi Frédéric.
“Haydi, haydi, düşünme artık! Gecen hayırlı olsun.”
Deslauriers sokak tarafına döner, uyurdu. O bu aşktan bir şey anlamıyor, bu aşka gençliğin büyük bir zaafı diye bakıyordu. Frédéric, Deslauriers’nin dostluğunu yeter bulmamış olacak ki kendi arkadaşlarını da onun arkadaşlarını da haftada bir gün eve çağırmayı düşündü.
Arkadaşları cumartesi günü saat dokuza doğru geldi. Cezayir dokuması üç perde iyice çekilmişti. Bir lamba ile dört mum yanıyordu. Masanın ortasındaki içi pipo dolu bir tütün çanağı, bira şişeleri, çaydanlık, bir şişe rom ve küçük çörekler arasına uzanmıştı. Ruhun ölmezliği üstünde tartışılıyor, profesörler arasında kıyaslamalar yapılıyordu.
Bir akşam Hussonnet, kolları pek kısa bir redingot giymiş, çekingen duran, iri yarı bir delikanlı getirdi. Geçen yıl karakoldan almak istedikleri oğlandı bu.
Kavgada kaybolan dantela dosyasını ustasına geri götüremediğinden adam buna hırsızlık suçu yüklemiş, mahkemeye vermekle gözünü korkutmuş. Şimdi bir nakliyat ambarında ayak işleri görüyormuş. Hussonnet sabah bir sokağın köşesinde ona rastlamış, eve getirmiş, çünkü o minnettarlık duygusu ile “ötekini” de görmek istemiş.
İçi hâlâ yaprak sigarası dolu olan tabakayı Frédéric’e uzattı. Bu tabakayı, kendisine geri vermek düşüncesiyle, dinî bir saygı ile saklamış.
Delikanlılar yine gelmesini söylediler. O da gelmezlik etmedi.
Hepsi de birbirlerini seviyorlardı. Önce hükûmete karşı besledikleri nefret tartışılmaz bir akide mertebesindeydi. Yalnız Martinon, Louis-Philippe’i savunmaya çalışırdı. Gazetelerde görülen, Paris’in hapishane hâline getirilmesi, Eylül kanunları, Pritchart meselesi, Lord Guizot gibi sözlerle lafı ağzına tıkılırdı; öyle ki Martinon herkesi kızdırmaktan korkup susardı. Yedi yıl kolejde okumuş, bir defacık olsun yazı cezası almamıştı; hukuk okulunda da profesörlerin gözüne girmesini bilmişti. Her zaman mastika renginde kaba bir redingot, yüzü kauçuk ayakkabı giyerdi. Ama bir gün kadifeden şal yelek giymiş, kravat bağlamış, altın köstek takmış olarak güvey kıyafetinde göründü.
Bay Dambreuse’ün evinden geldiği öğrenilince herkesin şaşkınlığı büsbütün arttı. Gerçekten Banker Dambreuse, Martinon’un babasından külliyetli odun satın almış, adamcağız oğlunu tanıtınca Dambreuse ikisini de yemeğe çağırmış.
Deslauriers “Çok mantar var mıydı? İki kapı arasında karısının beline sarıldın mı?” diye sordu.
O zaman, kadınlar üzerinde konuşulmaya başlandı. Pellerin güzel kadınlar bulunabileceğini kabul etmiyordu (Kaplanları üstün tutuyordu.). Zaten insanın dişisi estetik hiyerarşisinde aşağı bir yaratıktı.
“Özellikle sizi çeken şey, fikir olarak kadını düşüren şeydir. Memeler, saçlar demek istiyorum.”
Frédéric “Böyle olmakla beraber…” diye itiraz etti, “iri, kara gözlerle kara saçlar…”
“Söyleme! Biliyoruz!” diye Hussonnet bağırdı. “Çimen üstündeki Endülüs kızlarından, antika şeylerden bıktık artık! Neyse, şaka bertaraf! Hafifmeşrep kadın Milo Venüs’ünden daha eğlencelidir. Allah aşkınıza, Galyalı olalım, hatta becerebilirsek Regence. Su gibi aksın şarap, gülsün kadınlar! Esmerden sarışına geçmeli! Siz ne dersiniz, Dussardier Baba?”
Dussardier karşılık vermedi. Hepsi de zevkini anlamak için sıkıştırdı.
“Söyleyeyim.” dedi kızararak. “Ben hep aynı kadını sevmek isterdim.”
Bunu öyle bir tarzda söyledi ki bir an hepsi de sustu; bir kısmı saflığa şaşmış, bir kısmı da bu sözlerde kalplerinin gizli arzusunu bulmuştu.
Senecal bira bardağını pencerenin pervazına koydu, dogmatik bir eda ile “Orospuluk bir istibdat, evlenmek de bir ahlaksızlık olduğundan en iyisi ikisinden de sakınmaktır.” dedi. Deslauriers kadınlara birer gönül eğlencesi diye bakıyordu, o kadar.
Bay de Cisy’ninse kadınlardan pek gözü yılmıştı. Sofu bir büyükannenin gözü önünde büyüdüğünden, bu delikanlılarla arkadaşlığı kötü bir yer gibi cazip, Sorbonne gibi öğretici bulmuştu. Ona ders vermekten çekinilmiyor, kendisi de her seferinde kalbi sancıdığı hâlde sigara içmek istemeye varacak kadar hevesli görünüyordu. Frédéric çok üstüne düşüyordu; kravatlarının güzelliğine, paltosunun kürküne, eldiven gibi ince ve zarifliğiyle küstah gibi görünen ayakkabılarına hayrandı; arabası aşağıda, sokakta beklerdi.
Bay de Cisy’nin biraz evvel gittiği, kar da yağdığı bir akşam, Senecal onun arabacısına acımaya başladı. Sonra, sarı eldivenlere, Jokey Club’e atıp tuttu; işçiye bu baylardan daha fazla değer veriyordu.
“Hiç olmazsa ben çalışıyorum! Fakirim!”
Kızan Frédéric, nihayet dayanamayıp “Belli!” dedi.
Müzakereci onun bu sözüne pek gücendi. Ama Regimbart, Senecal’i biraz tanıdığını söyleyince Frédéric, Arnoux’nun dostuna nazik davranmak isteyerek cumartesi toplantılarına gelmesini rica etti, iki vatanseverin