Böyle sözleri anlayabilmek için şair olmak gerektiğini düşündü ve kendisinin de bir şair olmadığına bir aralık üzülür gibi olduysa da bu santiman’ı pek uzun sürmedi:
“Tu le poet son fu!” 198
diyerek bu yoksunluğunun da tesellisini buldu. Fakat yazdığı aşk mektubuna bir de şiir ilave ederse sevgilisinin üzerinde yapacağı etki daha kuvvetli olacaktı. Bu arzudan da bir türlü vazgeçemiyordu. Yine kendi kendine söylenmeye başladı:
“Ah! Türklerde adam gibi bir şair gelmemiş ki… Yalnız Vâsıf199 isminde birisi şansonet’te200 epeyce ün kazanmışsa da onun yazdığı şeylerin de birçoğu komik nevinden… Sanki Türklerin Molyer’i201 olacak… ‘Sokak Süpürgesi’ filan gibi inyobl202 lakırtıları da şiire sokmak, hem de bunu bir kadına karşı söylemek ne kadar bayağılık!.. Dün akşam bizim Mösyö Piyer de kadınlar için epeyce münasebetsiz şeyler söyledi; lakin o, sal a manje’de çok beklettiğim için canı sıkıldığından söyledi. Kes köse kö lamur? Se tön tambur, se tön tambur; Mon şer kavaliye, anfen javu kö lö bo seks vo miyö kön lapen! Amma da tuhaftı ha!.. Başında tüylü şapka, sırtında rob dö şambr, iki koltuğunda birer Bordo şişesi… Ah! Darılmayacağını bilsem şu rüyayı kendisine anlatırdım… Bizim Keşfi sırnaşığı da arabacı olmuştu!.. Ya benim yağız atın havada uçuşu!.. O kaplumbağalar da neydi… Fino köpeğinin ‘Bel Elen’i şante203 etmesi hepsinden drol!204 Lel lele lel lel… Lel lel lâ!..”
8
Bihruz Bey, Türklerde adam gibi şair yetişmediğini ve çünkü Türkçede şiir söylenemeyeceğini yine kendisi gibi alafranga bozuntusu züppe beylerden işitmiş, Enderunlu Vâsıf’ın şarkıcılıktaki maharetini ise çocukluğundan beri evlerine gelip giden okumuş hanımlardan dinleyip anlamış ve hatta şairin:
“Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol”
röfren’ini205 içine alan manzumesini yine o hanımların ağzından birçok defalar işiterek ezberlemiş, önceleri latife kabilinden saydığı bu röfren’i, alafrangalık yolundaki düşünce ve duyguları iyice kökleştikten sonra münasebetsiz görmeye başlamış ve şairi, ara sıra çalgılı gazinolarda da okuyan bir şarkıcı diye bellemişti. İlanıaşk mektubuna bir de kuple ilave etmek hevesinden ileri gelen düşünceleri arasında, geçen geceki o acayip rüyasını hatırlayıverince kuple filan hepsi zihninden uçup gitti. O kadar dalmıştı ki önce uşağı Mişel, arkasından da konağın emektarı İbiş Ağa tarafından defalarca ikaz edildiği hâlde, yemek vaktinin geciktiğini bile unutmuştu. Bu esnada kalemi bir aralık terk etmiş olan sağ eli ile yeleğinin cebindeki tek kapaklı ve “Keller” mineli “Brege” işi saati çıkarıp baktı. Vaktin hayli ilerlediğini ancak o zaman fark edebildi. Gözlerine inanamadı. Durmuş olmasın diye saati kulağına tuttu, dinledi. Saat “çıt çıt”larıyla kendisine cevap veriyordu.
İnsan örö olunca vakit nasıl çabuk geçiyor… diye düşündü. Bihruz Bey gerçekten pek mesuttu. Yine “Bel Elen”den bir hava tutturdu… Artık, yemeğin ikisini birleştirmeye, yani vakti geçmiş olan dejöne’den206 vazgeçerek dine’yi207 biraz erkence yemeye karar verdi; Mişel’i çağırıp kararını ona da bildirdi. Harem dairesine geçti. Biraz sonra elinde cildi kaba, iki ucundaki ibrişim şeritleri darmadağın bir kitapla geldi. Kitabı yazı masasının üstüne koydu. Kendi de sandalyesine geçip oturdu. Kitabı açtı, yapraklarını çabuk çabuk çevirerek göz gezdirmeye başladı. Bu kitap, Vâsıf’ın Mısır’da basılmış “Divan-ı Eş’ar”ı208 idi ki harem dairesinde daima odadan odaya dolaşır, elden ele gezerdi.209 Bu yüzden zavallı divanın kara meşinden kabaca ve yaldızsız cildi yıpranmış, yaprakları dağılmış, sayfalarının birçoğu katlanmış, birçoğunun üzerine kurşun kalemiyle, mürekkeple, okunur okunmaz, bozuk düzen birçok şarkılar, beyitler yazılmıştı.
Kitabı dadı kalfa, odadan odaya dolaşıp bir hayli aradıktan sonra bulup getirdiği zaman Bihruz Bey yüzünü buruşturarak:
“Kel vilen livr!”210 demekten kendini alamamıştı. Bununla beraber kuple sevdasından da bir türlü vazgeçemediği için kitabı mal gre bon gre211 dadı kalfanın elinden alıp getirmişti.
Baş tarafındaki sayfalara gelişigüzel göz gezdirmeye başladı. Aradığını bir türlü bulamıyor; mısraların çoğunu -anlamak şöyle dursun-doğru dürüst okuyamıyor; hecelemeye çalışıyordu. Canı sıkılıyor, ara sıra bıyık altından alaylı alaylı gülerek “Çince mi bunlar? Kel drol dö langaj!”212 diye kendi kendine söyleniyordu. Gerçekten de şairin şiirleri arasında, manasını anlamadığı için pek garibine giden sözlerden:
“Çûb-i müjeyê nôla dayansa nigeh-i yâr
Bâ zâaf-ı savm haste-i bitâb u tuvandır
Kâfur gibi ten île o bâlâ kad-i nazik
San kaamet-i şem’i asel-i cami-i ândır” 213
mısralarındaki sözler bilinse bile manaları kolay kolay anlaşılabilecek şeyler miydi?.. Bihruz Bey, “çûp = çöp” kelimesini, hani şu herkesin bildiği sokak süpürgesi kavramıyla, olsa olsa o süpürgenin bir teli olabilir diye düşündü. “Müje = kirpik” kelimesini “meze” diye okudu ve öyle manalandırdı.214 Fakat bir süpürge çöpünü çatal yerine kullanarak aç kurt gibi rakı mezesine dayanmakta ne zevk olabileceğine bir türlü akıl erdiremedi. Oruç anlamına gelen “savm” kelimesini de “som”215 şeklinde okudu ve kelimeden o manayı çıkarmaya uğraştı… “Som mermer, som yaldız” denildiği gibi, “som hasta” da denilebilir miydi? Oysaki bunu hiç duymamıştı… Mamafih bunu da “tepeden tırnağa kadar, içi dışı hasta” anlamına aldı ve hoş gördü… “Kâfur”216 kelimesi de olsa olsa Fransızca kanfr217 olacaktı. “Ten, nazik, cami” kelimelerini ise çok iyi biliyordu. Yalnız, Kanfr’dan “ten” olur mu? diye düşündü ve şairin bu benzetmesine de hayli şaştı kaldı… “Aradığımı galiba burada bulamayacağım.” diyerek kasideler kısmına geçti. Tarihler218 kısmına gelince ta başta gözüne ilişen:
Tarih-i kâh… der kurb-i Çamlıca-i sagir 219 cümlesindeki “Çamlıca” kelimesini