“Her şey yanlış gidiyor Watson, olabildiğince yanlış… Lestrade’in karşısında her ne kadar cesur kalmaya çalışsam da ilk defa onun doğru ve bizim de yanlış izin peşinde olduğumuzu gördüm. İçgüdülerim beni bir yöne çekiyor ama gerçekler aslında diğer yönde ve korkarım İngiliz mahkemeleri, Lestrade’in delilleri karşısında benim teorilerime inanacak kadar keskin bir zekâya sahip değil henüz.”
“Blackheath’e gittin mi?”
“Evet Watson, gittim ve merhum Oldacre’nın aslında alçağın teki olduğunu hemen öğrendim. Annesi evdeydi; ufak tefek, tombul, mavi gözlü olan bu bayan, korku ve öfke içindeydi. Tabii, oğlunun suçlu olduğunu asla kabul etmedi. Ancak Oldacre’nın kaderi hakkında ne şaşkınlığını ne de pişmanlığını belirtti. Aksine ondan o kadar nefretle bahsetti ki polis için davayı güçlendirdiğinin farkında bile değildi; çünkü oğlu bu konuşmalarını önceden duymuş olsa Oldacre’ya karşı büyük bir nefret besleyeceği açıktı. ‘O, insan olmaktan çok, uğursuz ve kurnaz bir maymun gibiydi.’ dedi, ‘Zaten gençliğinden beri böyle biriydi.’
‘Onu bir zamanlar tanıyor muydunuz?’ diye sordum.
‘Evet, hem de çok iyi tanıyordum, o taliplerimden biriydi. Tanrı’ya şükür ondan uzaklaşarak belki daha fakir ama daha iyi biriyle evlendim. Onunla nişanlıyken Bay Holmes, onun bir kuşluğa bir kediyi nasıl bıraktığının şok edici hikâyesini duyduğumda zalimliği karşısında o kadar korkmuştum ki onunla bir daha görüşmeme kararı aldım.’ Bir çekmeceyi karıştırdıktan sonra yüzü kesilip çıkarılmış, her tarafı deşilip biçilmiş bir fotoğraf çıkarıp bana gösterdi. ‘Bu benim fotoğrafım.’ dedi. ‘Bu fotoğrafı, beddualarıyla birlikte düğün günümde göndermişti.’
‘Ah!’ dedim, ‘Bütün malını oğlunuza bırakarak sizi affettiğini gösteriyor.’
‘Ne ben ne de oğlum, onun ölüsünden ya da dirisinden bir şey istemiyoruz!’ diye bağırdı kendi ruh hâline yakışır bir biçimde, ‘Cennette bir Tanrı var, Bay Holmes ve o günahkâr adama cezasını veren o Tanrı, aynı şekilde zamanı gelince oğlumun onun kanını akıtmakta suçsuz olduğunu gösterecektir.’
Her neyse bir iki ipucunun peşinden gittim ama hipotezimi destekleyecek bir şey bulamadım, hatta aleyhinde olacak birkaç nokta vardı. En sonunda vazgeçip Norwood’a gitmeye karar verdim.
Deep Dene Malikânesi denilen yer, kendi toprakları içerisinde inşa edilmiş, parlak tuğlalardan yapılma büyük bir villadır ve hemen önündeki bahçesi defne ağaçlarıyla doludur. Yolun sağında ve biraz uzağında yangının meydana geldiği kereste deposu bulunmaktadır. Bak, defterimin bir sayfasına kaba hatlarıyla planını çizdim. Sol taraftaki bu pencere, Oldacre’nın odasına açılıyor. Yoldan baktığında içerisi gözüküyor, anlarsın ya… Bugünkü tek avuntum da bu bilgi oldu zaten. Lestrade orada değildi, onun yerine baş memuru şeref vermişti binaya. Tam da büyük bir hazine bulmuşlardı. Bütün sabahı yanmış odun yığınların arasında bulunan külleri eşeleyerek geçirmişler ve kömürleşmiş organik artıkların yanı sıra, birkaç tane erimiş metal disk bulmuşlar. Onları dikkatle incelediğimde pantolon düğmesi oldukları kanaatine vardım. Bir tanesinin üzerinde ‘Hyams’ adının yazılı olduğunu fark ettim, o da Oldacre’nın terzisinin ismiymiş. Sonra bir işaret ya da iz bulmak amacıyla bahçenin içinde gezindim; ama yaşadığımız bu kuraklık her şeyi demir gibi kaskatı yapmıştı. Çitlerle çevrili çalılıkların arasında bir cesedin ya da çuvalın odun yığınına doğru sürüklendiğini gösteren izlerin dışında pek bir şey bulamadım. Bu da durumun, resmî görevlilerin teorisiyle uyum içinde olduğunu gösteriyordu. Sırtımda ağustos güneşiyle bahçede emekleyerek dolaştım; ama bir saatin sonunda, öncesinden daha bilgili bir adam olarak kalkmadım ayağa.
Bu fiyaskodan sonra yatak odasına giderek orayı da inceledim. Çok hafif kan izleri vardı lekeler hâlinde ve rengi solmuştu; ama şüphesiz tazeydi. Bastonu kaldırmışlardı ama onda da belirsiz izler vardı. Bu bastonun müşterimize ait olduğunu biliyoruz. Zaten bunu itiraf etti. Halıda iki adamın ayak izleri vardı; ama üçüncü bir kişinin yoktu. Bu da karşı tarafın bizi yine faka bastırdığını gösteriyor. Onlar sürekli puan kazanıyor ve biz de olduğumuz yerde sayıyoruz.
Bir ara ufak bir umut ışığı yakalamıştım ama bu da pek bir işe yaramadı. Kasada bulunanları inceledim, çoğu çıkarılmış ve masaya yayılmıştı. Evraklar, bir iki tanesi polis tarafından açılmış, kapalı zarflar hâlindeydi. Anladığım kadarıyla çok değerli görünmüyorlardı, hatta banka defterinden Bay Oldacre’nın sandığımız kadar hâli vakti yerinde biri olmadığını görebiliyorduk. Ancak bence bütün evraklar orada değildi. Başka tapuların olduğuna dair işaretler vardı, herhâlde onlar daha değerliydiler; ama onları bulamadım. Bu da tabii eğer kanıtlayabilirsek Lestrade’in teorisini çürütecekti; çünkü bir insan neden miras yoluyla devralacağı malı çalsın ki?
En sonunda her şeyi araştırıp bir ipucu bulamadıktan sonra hizmetçiyle -adı Bayan Lexington- konuşarak şansımı denemek istedim. Bayan Lexington adlı bu ufak tefek, sessiz kadının karanlık ve şüpheci gözleri vardı. Eminim istese bana bir şeyler anlatabilirdi; ancak ağzından tek kelime alamadım. Evet, Bay McFarlane’i içeri aldığını söylüyor. ‘Elim kırılsaydı da o kapıyı açmasaydım.’ diyor. O gece on buçukta yatağa gitmiş. Odası evin en uzak köşesinde olduğu için olanları duymamış. Bay McFarlane, şapkasını ve yanılmıyorsa bastonunu da holde bırakmış. Sonra yangın alarmı verilene kadar nelerin olduğunu bilmiyor. Zavallı, sevgili patronu kesinlikle cinayete kurban gitmişti. Düşmanları var mıydı? Eh, her adamın mutlaka düşmanı vardır ama Bay Oldacre o kadar içine kapanık biriymiş ki insanlarla sadece iş nedeniyle görüşüyormuş. Düğmeleri görmüş ve dün gece giydiği kıyafetlere ait olduklarından kesinlikle emin. Kereste yığını çok kuruydu çünkü bir aydır yağmur yağmamıştı. Kav gibi yanmıştı ve kendisi olay yerine gelene kadar alevler dışında bir şey görememiş. O ve itfaiyeciler yangından gelen yanık beden kokusunu alabiliyorlarmış. Hizmetçinin ne evraklar ne de Bay Oldacre’nın özel meselelerinden haberi varmış.
Evet, sevgili Watson, bu da benim başarısızlığımın raporudur ama…” dedi yumruklarını büyük bir inançla sıkarak, “Bu işte bir yanlışlık olduğuna eminim. Bunu iliklerime kadar hissediyorum. Ortaya çıkmamış bir şey var ve kâhya bunu biliyor. Gözlerinde, sadece suçluluk hissiyle birlikte görülen karanlık bir inkâr vardı. Neyse, daha fazla konuşmanın anlamı yok Watson. Eğer kader karşımıza talihli bir gelişme çıkarmazsa korkarım Norwood vakası, başarı hikâyelerimiz arasındaki yerini alamayacak.”
“Adamın dış görünüşünün jüriyi etkileyeceğinden eminim.” dedim.
“Bu tehlikeli bir iddia, sevgili Watson. 1887’de son anda yakaladığımız o korkunç katili, Bert Stevens’ı hatırlıyor musun? Bu kadar yumuşak huylu, her pazar kiliseye giden genç bir adamdan bunu bekler miydin?”
“Haklısın.”
“Alternatif bir teori üretmeyi başaramazsak bu adamı kaybederiz. Aleyhine sunulacak dosyada en ufak bir hata bulmak imkânsız görünüyor, ayrıca yapılan her soruşturma bu iddiaları destekler nitelikte. Bu arada yine de o evraklar hakkında ilgi çekici bir şey var ki araştırmamızın başlangıç noktası olarak görülebilir. Banka cüzdanını incelerken düşük miktarda bulunan bakiyesinin