Alfons: “Ne olduğunu şimdi anlarsın. Lakin ben onu tam sekiz sene sonra anladım. O hâlde annen bana hasretle pek fena bir hâle girdiğini ve hatta hem hava değiştirmek hem de biraz eğlenip teselli bulmak için şuraya, şehre kadar (Murcia şehrine demektir ki Cartagena’ya karadan bir günlük yoldur.) giderek bir iki ay ikamet ettiğini söyledi. Ben de inandım. Aradan vakitler geçti. Sen doğdun, büyüdün, beş yaşına girdin. Hep, biz annenle bir elmanın yarısı o, yarısı ben gibi yaşadık. Nihayet bir yaz yine gemi ile Cezayir’e gitmiştik. Orada Malagalı bir gemi dahi bizim geminin yanına demirlemiş olduğundan geceleri ya onun kaptanları bize gelirler ya da biz onlara gider, konuşur, eğlenirdik. Bir gece yine biz onlara gitmiştik. Herkes gördüğü ve işittiği garip şeyleri hikâye ettiği sırada o geminin hocası dahi şöyle bir fıkra nakletti:
‘Murcia şehrinde Pascal isminde bir dostum vardı. Gayet yakışıklı, cesur, oldukça da zengin bir adamdı. Alışveriş için Cartagena kasabasına gider gelirmiş. Orada gemici tayfası mı, hoca mı, kaptan mı, hasılı Alfons isminde bir adamın zevcesini tanır. Ama karı öyle ırz ehli imiş ki Hazreti Meryem kadar. Pascal nasılsa karının zihnini çeler. Karının kocası, deniz işleri ile denize çıkınca Pascal dahi emelini gerçekleştirmeye muvvafak olur.’ ”
Cuzella: “Aman ne diyorsunuz?”
Alfons: “Sabret de işin dahası var. Herif benim kim olduğumu tanımıyor ya. O güya ezberden İncil okuyormuş gibi hikâyesini naklediyordu. Diyordu ki:
‘Hem de nasıl muvaffakiyet? Karının kocası o yaz değil, o kış bile gelmediğinden Pascal ile karı, muhabbetlerinin kıymetli bir meyvesi olarak ortaya bir de erkek çocuk çıkarırlar.’ ”
Cuzella: (yüreği çarparak) “Aman babacığım!”
Alfons: (sözünde devam ile) “ ‘Fakat bu çocuk Cartagena’da dünyaya gelmez. Tam karının doğumu yaklaşınca karı kalkar Murcia’ya gider, orada doğurur. Aradan bir seneye kadar zaman geçtikten sonra kocası dönerse de eşine muhabbeti tam olduğu gibi iffeti hususunda dahi şüphesi olmadığından yine eskisi gibi yaşamaya başlar.
Hatta karısını doğurmak hâlinden arız olan zafiyet içinde görünce Alfons’un canı sıkıldığından ve karısı ise Murcia’nın havasının kendisine yaradığını söylediğinden artık yaz mevsimlerinin bir iki ayını karı Murcia’da ve Pascal’ın aşk kucağında serbest serbest geçirmeye başladı. Çocuk, sütninesinin elinde büyürdü. Aradan üç sene bu hâl ile geçti. Bir yaz karı yine Pascal için Murcia’ya geldi. Bir de Pascal’ı başka bir karı ile bağdaşmış bulunca ne yapsa iyi? Senin için sevgili kocama hıyanet ettim, namusumu, iffetimi senin ayaklarının altına attım. Sen yine bana bu hıyaneti nasıl reva gördün? diye cebinden bir küçük hançer çıkarıp Pascal’ın karnını deşer.’ ”
Cuzella: “Aman babacığım, bu söylediğin şeyleri yapan hep annem mi? Aklıma dokunacak!”
Alfons: “Sabret, herif hikâyeyi şöyle tamamladı:
‘Pascal aldığı yara üzerine derhâl vefat etmedi. Birkaç gün daha yaşadı. Lakin kendisini kimin vurduğunu benden başka bir kimseye söylemedi. Nihayet artık hayatından ümidini kesince bir vasiyetname kaleme alıp bunda kendisinin yaralanmasına, yine kendisinin sebep olduğunu ve hatta büyük bir kabahati üzerine haklı olarak bu cezaya uğradığını ve dolayısıyla vefatından dolayı hiçbir kimsenin suçlanmamasını yazdı. Hasılı Pascal ahirete gitti. Çocuk ise sütninesinin yanında kaldı. Lakin karının ne olduğunu haber alamadım.’
İşte gemi hocası hikâyeyi bu suretle tamamladıktan sonra herkes olup bitenlere şaştılar. Lakin bizim birinci kaptan işi bildiği cihetle benim yüzüme baktı. Sanki her kirpiği birer ok imiş gibi ciğerime saplandı. Biraz daha güç hâlde oturabildik. Kalktık, sandalımıza binip gemimize geldik. Gemide bizim kaptan ‘Ee, Alfons ne yapacaksın?’ diye bana sordu, ben de tahammül edemeyeceğimi anlattım. Sevgili zevcemin canına kendi elimle kıymaya ve fakat bu sırrı kimseye açmamaya karar verdik. Çünkü o zaman annenin Murcia’da olduğunu biliyordum. Sense henüz altı yaşında olup burada sütninenle kalmıştın. Ben sana kendimi göstermeyip doğruca Murcia’ya gittim. Anneni piçin sütninesi olan karının hanesinde bulup, piç âdeta sekiz on yaşına varmış koca bir çocuk idi. Validen beni görünce şaşırdı kaldı. Bu ansızın olan gelişimin sebebini bile sormaya ağzı varmadı. Hele ‘Bu çocuk kimin nesidir?’ diye sorduğum zaman bütün bütün dili dolaşıp, şaşkın şaşkın etrafına bakınıp gayriihtiyari ‘Beni öldür de çocuğumu öldürme!’ diye haykırmaya başladı. Bu hâlde artık nazarımda her şey sabit olmuş demek oldu. Bıçağı çıkarıp bir kere annene, bir kere de çocuğa saldırdım. Ortalık al kan kesilip benim ise gözlerimi kan bürümüş olduğu cihetle dünya gözüme görünmeyerek buraya geldim. Derhâl gemiye binip, demir kaldırarak denize çıktık. Her zamanki gibi yaz mevsimini denizde geçirip kış üzeri geldiğimizde karımın nasıl öldürüldüğünü dostlar haber verdiler. Ağladık, mağladık. İşte anneni bu suretle elden kaçırdık kızım.”
Cuzella: “Annemdir. Gerçi acırım, acırım ama onun bu cezaya layık olduğunu teslim ederim.”
Alfons: “Vallahi kızım ne dersen de. Lakin namus yolunda kan dökmeyi bana annen öğretmiş demektir.”
Cuzella: “Annem size öğretmemiş farz edersek sizin bütün dünyaya bir namus dersi vermiş olduğunuz ortadadır.”
Kız annesine gerçekten yanmakta olduğu ve özellikle ömrünün saadetine ortak olacak olan kocası elinde ruhunu teslim ettiğine pek üzülmekte bulunduğu hâlde babasının anlattığı hikâye üzerine üzüntüsü bir kat daha alevlenmiş ise de bu musibetin ne kadar büyük bir kabahatin cezası olduğunu düşündükçe bu hâl ile avunacağını dahi kestirdi.
Biraz vakit daha hikâyenin birtakım ilaveleri üzerine karşılıklı konuştuktan sonra yemek vakti geldi. Babasıyla kızı yemeğini yiyerek her biri odasına geldi.
Artık o gece kızın ne gibi düşüncelerle vakit geçirmiş olduğunu burada anlatmak ve yazmak pek uzun olur.
Şu kadar var ki kızın, nişanlanma işinde babasını oyalayabilmiş olması üzerine sevinci yerinde ve annesinin kocasına ait hakları, bir şehvet düşkününün ayakları altına atıvermiş olması üzerine de ölümü kendisi davet ettiği düşüncesi ile gerçekten avunmuş olduğu ortadaydı.
Üçüncü Bölüm
Baba ile kızın karşılıklı konuştukları gecenin sabahı hava gayet açık, güneş gayet parlak idiyse de mevsim haziran olmak münasebetiyle birkaç günden beri esmeye başlamış olan lodos rüzgârı dinmeyip iki günden beri görülen kuvvetiyle de esmeye devam ediyordu.
Cuzella, güneşin doğuşundan dört saat sonra yatağından kalkmış ve dünyayı güneşin nuru ile aydınlanmış bulunca tabii kendi gönlü dahi nurlanıp o şevkle bahçeye çıkmıştı. Bahçenin bulunduğu yerden denizin görünmesi şöyle dursun, âdeta onun ayaklarına yüz sürüyorcasına ayak altında kalmış bulunmakla iltifatlı bir bakışını dahi o cihete attı.
Ne gördü?
Cartagena koyu iki sahil olarak denizin bir büyük parçasını kolları arasına almış ve koyun girişinden dışarısı ise gözün erişmesi değil, dürbünler ile dahi görülemeyecek kadar genişti. “Hayli şiddetlice” demek olan lodos rüzgârı denizin üzerini köpüklerle donatmış olduğundan bu hâl deniz için en büyük bir süs sayılabilir idiyse de şurada burada, ta en uzak mesafelere kadar deniz üzerinde bulunan kırk elli kadar geminin bazıları beyaz akbabalar gibi süzülüp Cartagena koyuna girmekte ve birtakımı dahi uzaktan geçip kuzeye doğru gitmekteydi ki bunlar ilk bakışta bir zümrüt bahçesi