Cuzella: “Aman, Allah’ı severseniz bu lakırtıyı artık bırakınız. İşte yine içim sıkılıyor. Üstüme bir fenalık gelecek.”
Alfons: “Lakırtıya dikkat etmezsin ki! İşte o iç sıkıntısına bundan iyi ilaç mı olur? Özellikle bizim Sinyor Pavlos gibi üç dört yüz bin taler sermayeli, bu kadar büyük bir ticaret sahibi bu…”
Cuzella: (babasının sözünü keserek) “Söyler, söyler, hep sermayesini söylersiniz. İstemem efendim, ben kocaya varmayacağım.”
Alfons: “Anladım, anladım, bu fikirlerin de nereden geldiğini anladım. Seni rahibeler elinde terbiye ettirdiğime hata etmişim.”
Cuzella: “Rahibeler elinde…”
Alfons: (lakırtısını bırakmayarak) “Sana kocaya varmamak fikrini onlar vermişlerdir. Lakin sen onların fikrine bakarsan aldanır ve sonra pişman olursun. Hiçbir rahibe yoktur ki kocaya varmamak için söz vermiş olduğuna pişman olmasın. Bak, hangi rahibeyi istersen göster. Hazır ben de bekârım ya… Eğer bir kolayını bulup da bana varmaya razı etmezsem şu kara bıyıklarım insan bıyığı sayılmasın da kedi bıyığı sayılsın. A kızım, dünyayı ben senin kadar mı biliyorum ya? Senin vefat etmiş olan öğretmenin Sipros’u da görmedin mi? Hâlini işitip anlamadın mı? Nihayet sevgilisinin aşkıyla verem olup gitmedi mi? Şimdiki Marie de ihtiyar vallahi… Hey canım hey! Biz çok dünya gezdik, biliriz.”
Cuzella: “Elverir babacığım, elverir.”
Alfons: (sevinerek) “Evet, imana geldinse elbette elverir. Ben de bu kadar uzun lakırtıları seni yola getirmek için söylüyordum. Demek oluyor ki Pavlos gelip de (sırıtarak) şöylece elini uzattığı zaman artık elini çekmeyeceksin ha!”
Cuzella: “Anladım, siz beni de annemin yanına göndereceksiniz.”
Alfons: (yüzü değişerek) “Vay, bu lakırtı neden gerekti? Hâlâ Pavlos’a merhamet etmedin demek.”
Cuzella: “Ben Pavlos filan tanımam.”
Alfons: “Pekâlâ, tanımamış ol. Lakin benim seni annenin yanına göndereceğimi hangi sebebe dayanarak düşündün?”
Cuzella: “Ya bir saatten beri zehirlediğin elvermedi mi?”
Alfons: (yüzü bütün bütün değişerek) “Ha, bak kızım, mademki lakırtıyı sen açtın biraz da ondan bahsedelim. Ben anneni zehirlemedim ki seni de zehirleyim. Anneni koca bir namus yolunda kurban etmek lazım geldi de göğsüne bıçağı sokarak kurban ettim. Bir İspanyol’un elinden gelebilecek hizmet budur. Senin için bu hizmeti ancak kocan olacak zat ifa edebilir. Zira bilirsin ki dünyada her şaka makbuldür; yalnız ırz, namus hususunda laubalilik bile çekilemez. Kocaların elinde bu konuda büyük bir salahiyet vardır.”
Cuzella: “Ah, anneciğim keşke beni de beraber götürmüş olaydı!”
Alfons: “Hayır kızım hayır, çocukluk etme. Kendini sıkma. Mutlaka yüreğine kahır koymak için başka hiçbir şey bulamadın da annen mi kaldı? Sana işte babaca, hem gayet ciddi olarak söylüyorum ki Pavlos’u mahrum etmeyelim. Âdeta elden kaçırmayalım. Her zaman ele girer şey değildir kızım.”
Cuzella: (hususi bir tavırla) “Ben de size gayet ciddi olarak söylüyorum ki bu işte benim üzerime varmayacaksınız. Pavlos gelip de nişan işini teklif edecek olursa işi benim arzuma bırakacaksınız. Ben nişanlanacağım zamanı da bilirim gelin olacağım zamanı da.”
Cuzella bu son lakırtıları pek ciddi bir tavırla söyleyip de cevap beklediğini anlatır ve belki bu söze mutlaka kesin bir cevap vermesini kesin olarak ister bir yolda babasının yüzüne baktığı zaman Alfons’un bir aralık kızının bu dereceye kadar ileriye varmasına kızacağı geldi ise de henüz on beş yaşında bulunup altı aydan beri dahi kendisince bilinmeyen bir sebepten dolayı iç sıkıntısına uğramış olan kızının, hemen birdenbire üzerine varmanın ve onu evlenmeye zorlamanın uyamayacağını da hatırlayarak “Ben de mutlaka bu defa olsun diye ısrar etmiyorum a kızım. Evlilik her hâlde senin isteğinle olacaktır. Ne zaman istersen o zaman icabına bakarız. Lakin bu defa Pavlos’a o kadar soğuk bulunmamanı talep değil, rica ederim.” dedi ve kız dahi hazır babasını bu kadar yumuşatmış iken bütün bütün ret cevabı verip de kızmamasını düşünerek “Bu müsaadenize teşekkürler ederim. Her şey vaktiyle olur. Vakti gelince sizin teklifinizden evvel ben ricaya başlarım.” diye işi tatlıya bağlayıverdi.
Bu karşılıklı konuşma ve barışmadan sonra kız ile babası karşı karşıya oturup dereden tepeden bir miktar konuştular. Lakin sözün gelişi (saik-i kelam), sözleri sevk ede ede yine kızın annesinin ne şekilde ve ne sebeple öldüğüne kadar sevk etti.
Alfons, Cuzella’nın bu işe pek ziyade ehemmiyet verdiğini görünce belki kıza gelen yürek sıkıntısının annesinin ölümü meselesinden doğmuş bir şey olduğu düşüncesiyle bu konuda kızı tatmin etmek azmine düştü. Dedi ki:
Alfons: “Zannıma göre annenin ölüm sebebini pek merak ediyorsun.”
Cuzella: “Merak edilmeyecek bir şey midir?”
Alfons: “Pekâlâ kızım. Dünyada benim senden başka ne sırdaşım vardır ne de bir kimsem. Bu durumu sana hikâye etmezsem başka kime hikâye ederim? Ben ömrüm müddetince iki kimseyi sevdim. Birisi annendi, birisi sensin. Annen ile on on iki sene öyle bir yaşayış yaşadık ki bizi görenler yekvücut zannederlerdi. Annene bir keyifsizlik gelse ben de derhâl keyifsizlenirdim. Bende bir durgunluk olsa annen dahi derhâl neşesini kaybederdi. Ama bu hâller sahte değildi. Böyle yaratılmıştık. Hasılı, âlemde onun saadet sebebi bendim. Benim neşe sebebim oydu. Ah, o kadar saadetle yaşıyorduk ki benim küçük bir zevkim yolunda o hatta hayatını bile feda ederdi ve onun zerre kadar arzusu yolunda ben vücudumu mahvetmeyi göze aldırırdım. Şimdiki gibi zengin değildik. Lakin dünyada hiçbir şeye ihtiyacımız yoktu. Ben onun muhabbetine muhtaçtım, o da benim şevkime.”
Cuzella: “Ah, anneciğim!”
Alfons: “Ne yapayım ki gemiciydim. Eğer gemici olmamış olsaydım, annenin yanından ömrüm müddetince bir dakikacık ayrılmazdım. Ah hem de o hâlde sevgili anneni, sevgili zevcemi elden çıkarmazdım.”
Cuzella: “Nasıl oldu da…”
Alfons: “Söyleyeceğim ya! Her yaz nisan içinde denize çıkar, ağustos sonuna kadar Allah ne verdiyse kazanıp sonra dünya bir yere gelse mutlaka buraya dönerdim. O zaman sen henüz dünyada bile değil, niyette bile yoktun. Bir yaz yine denize çıktım. Cezayir’e yük bulup gittik. Gemiyi boşaltır boşaltmaz Mısır için navlun2 bulup yükleterek Mısır’a gittiğimizde mal sahibi malı çıkarmadan İstanbul’a götürmek için pazarlığa girişti.
Ben o zaman geminin yarısının sahibi ve ikinci kaptan idim, pazarlık uydu. Biz de ver elini Gelibolu Boğazı diye İstanbul’a vardık. Lakin böyle söylediğim kadar çabuk varmadık. Yaz vakti havalar durgun olduğundan bir buçuk ayda İstanbul’a ancak vardık. Bir de gittik ki Osmanlı Devleti’nin Rusya ile muharebesi var. Karadeniz için olan navlunlar hem ateş pahasına hem de mecburi gibi bir şey. Tersanede bizi de yakaladılar. Tuna Nehri’nin ağzına navlun teklif ederek sekiz yüz tane duka altını verdiler. Bu navlun her yerde bulunur navlun olmadığı gibi muhalefet etmekte dahi olsak Türklerden korkarak tekliflerini kabul ettik. Hasılı hem para tamahı hem korku, bizi İstanbul’dan da Tuna’ya gönderdi. Lakin gider gitmez gemiyi boşaltamadık. Muharebe hâliyle