Gecelik kıyafetiyle yataklarından uğramış birtakım zayıf ve biçare kadınlar, çocuklar, can korkusu ile tir tir titreyerek etrafta dolaşırlar.
Bu korkunç manzara karşısında, denizin tufanı andırırcasına şiddetle çarpışan dalgaları arasında çalkanıp gelen bir kayıktan imdada koşmak için bir delikanlı denize atılır; kayıktakiler, ağır bir yükten kurtulmuş olduklarına hükmederler; kendi selametleri için o biçarenin dalgalar arasında yuvarlanıp gidişini kendileri için büyük bir nimet bilirler; azgın dalgalardan ziyade onun kayığa yaklaşmasından çekinirler. Sahilde bulunanlar ise, alevlerin her tarafı sardığı o korkunç anda, denizin içinde azgın dalgalarla boğuşup kendilerine yardım etmek isteyen o kahraman delikanlıya tutunması için bir tahta atmaktan bile ürkerler. Çünkü, atacakları küçük bir tahta parçasının bile, söndürmeye uğraştıkları yangını artıracağından korkarlar. Velhasıl, denizdeki gönüllü yardımcılarına ufacık bir yardımda bulunmaya cesaret edemezler. O biçarenin fırtına çığlıklarına karışan, tüyler ürpertici, sinir bozucu feryatları da, vücudu gibi, dalgalar arasında kaybolur gider. Üzerine dağ gibi dalgalar yığılır; sanki altında bir yanardağ faaliyete geçmiş de bir mezarlıktaki ölü kemikleri gibi beyaz, fakat müthiş köpükler her tarafından havaya doğru fışkırır. Her dakika, hatta her saniye dalgaların şiddetli çarpışmasına uğrayarak, kâh göklere çıkmak isteyen kasırga gibi doğrulur; kâh döne döne yerin dibine geçen ve yokuş aşağı büyük bir hızla akan sel gibi aşağı yuvarlanır; üzerinden hava tazyik eder; vücudunu dünyaya yük olmuş müstebit hükümdarlar gibi, cehennemin yedi kat dibine sevk etmek ister; yine deniz o hava basıncına karşı koyar, vücudunu mezar kabul etmemiş günahkârlar gibi dışarıya atmaya çalışır; ateş ara sıra saldırışını biçarenin bulunduğu tarafa çevirir; hayatını yok etmek için o iki sütun kuvvetle yarışa kalkar. Dalgaların her saldırışında sanki vücuduna bir cellat kemendi sarılır; dalgalara her gömülüşünde sanki bir kere mezara girer. Didişe didişe sinirleri takatten kesilir; uğraşa uğraşa vücudundaki kuvvet tükenir. Tuzlu sular yutar; âdeta içi zehirle dolar; soğuk iliklerine kadar işler; kanı donmaya, elinden ayağından hayat çekilmeye başlar. Feryat eder, kimsenin kulağına girmez; yardım diler, kimse yardımına gelmez!
Hâlbuki karşısında, gözleri önünde ve boyundan ancak üç dört defa uzun bir mesafede, vücudunu ısıtacak ateş cehennem alevleriyle yarışıyor! Kendisini kurtaracak insanlar, sahili mahşer meydanının bir numunesi gösterecek kadar kalabalık!
Fakat heyhat! O ateş ısıtmak için değil, etrafı yakmak için tutuşmuş; o insanların yüzde biri yangını söndürmeye uğraşıyorsa, yüzde doksan dokuzu can korkusu ile kendini bile kurtarmaktan âciz kalmıştır. Bir kısmı da, mahşer gününde, Tanrı katında affa mazhar olan kulların biri hayatına kastedecek kadar haris, cehenneme atılsa tamahından, ateşlerini boynuna saklayacak kadar alçak insanlardır. O korkunç ve dayanılmaz belalar arasında bile yine katilliğe, çalıp çırpmaya uğraşıyor.
İşte yardım için denize atılan gönüllünün durumunu, şeklini tasvir için ateşten, fırtınadan söz açmak gerektiği gibi, Cezmi’nin başından gelip geçenleri anlatmak için de yukarıdaki satırları yazmak gerekti.
Ancak, karşılaştırmada şu fark var: Yangın hayalî bir tasvir; birinci bölümdeki tarifler ise renkleri ileride meydana çıkacak bir tablonun müsveddesidir.
8
Cezmi’nin doğum yılını yukarıda söylemiştik. Şimdi biraz da ailesinden ve aldığı eğitimden söz edelim.
Cezmi, tımarı İstanbul civarında bulunan bir sipahinin oğluydu. Henüz iki yaşındayken, annesini kaybetti. Ana şefkati malumdur. İnsanda ne kadar ince duygu varsa, hepsi o sayede gelişir, o sayede daha küçükten eserlerini göstermeye başlar.
Cezmi’nin, annesini henüz tanıyamadan kaybedişi, o eğitimden, o şefkatten mahrum kalışı, kalbinde örtülü olan kabiliyetleri büsbütün bozmadı; yalnız başka yola çevirdi. Çünkü eğitmeni babasıydı. Babası ise asker olduğundan, çocuğunu bittabi askerce eğitecekti. Çocuk, mesela küçükken bir anne, yani bir koruyucu melek bulunmazsa, düştüğünü ve yine kalktığını görecek, masumca tavırlarına ve hatta ağlayışına gülümsemelerle karşılık verecek bir babası, kendisini teşvik edecek bir eğitmeni vardı.
Bundan dolayı, yaradılışındaki incelik ve şefkatten önce, gayret ve cüret tarafları gelişmeye başladı. Binaenaleyh anadan asker doğmamış olsa bile baba ocağından asker olarak ayrılması gerekiyordu.
Ulu Tanrı’nın bu dünyada masumlara en büyük ihsanının, en büyük nimetinin anneler olduğu inkâr edilemez. Fakat yine Ulu Tanrı’nın hikmeti, bir yavruyu anasından mahrum bırakırsa, nispeten onun yerini tutacak birisini de onun yerine koyuyor. Cezmi’nin annesi ölünce, onun yerini tutan, şefkatte anasından hiç de aşağı olmayan babasıydı.
Bazı babalar, çocuklarını korumada ve eğitimde annelerden daha üstündürler.
İnsanlık tarihi incelenecek olursa, yetişen büyük insanlar tarafından meydana getirilen ilmî eserlere iki büyük, iki esaslı sebep görülür ki, bunlardan biri acımak, öteki de cüret ve cesarettir. Acıma duygularınız çok defa anne yahut kadın kucağında, cüret ve cesaretimiz ise baba yahut erkek koltuğu altında beslenip gelişir. Bu bakımdan cennet, anaların ayağı altında olduğu kadar babaların da koltuğu altında, kılıçlarının gölgesinde bulunabilir. Bir anne, çocuğunu gereğinden fazla şefkat göstererek şımartabilir; fakat maksadı elbette şımartmak değil, eğitmektir.
Zaman gibi, sayı gibi, sonsuz mesafeler gibi, insanlardaki hayal gücünün erişemeyeceği Tanrı yapısı şeyler düşünülsün; bir de o Tanrı yapıları arasında bir dünya ve o dünyanın ortasında, boyu nihayet iki metreyi bulmayan insan adlı bir yaratık düşünülsün. Sonra o insanoğlu, şimdiye kadar yine kendi cinsinden milyarlarca kişinin ebedî sessizlik ve dinlenme yeri olan bu koskoca dünyayı, aklı sayesinde, elinde, çocukların oynadıkları top gibi bir eğlence şekline soksun, hatta sonsuzluklara bile hükmediyor denebilecek buluşlar ortaya koysun da yine bir erkekle bir kadın birleşerek aralarında kendi vücutlarından kopma, kendilerine nazaran hemen insanla dünya arasındaki kocaman fark kadar âciz ufacık bir melek doğuverince erkekleri, kadınları güldürecek derecede saf gülümsemelerle bir yolda, kadınları, erkekleri ağlatacak derecede masumca ağlayışlarla başka bir yolda doğuştan, medeniyetten, kültürden ne kadar kuvvet elde edebilmişlerse hepsini o masum zayıfın mini mini ellerine teslim etsinler, küçücük ayaklarının altına saçsınlar!
Dünyada insan için övünülecek bundan büyük güzellik var mıdır?
Cezmi’nin babası, bu yüksek düşünceleri bir kitapta görmemişse de kalbinde hissedenlerden olduğu için, ölen karısından kendine armağan kalan çocuğunu erkekçe büyüttü. Çocuk ağlayacak olsa, kendisi güler, onu da güldürürdü. Çocuk hastalanacak olsa, kendi sağlığını onun korunmasına hasreder, kendi sağlığı bozulmaksızın onu da iyileştirmeye muvaffak olurdu.
Çocuk daha sekiz dokuz yaşlarındayken hatasız bir yaradılışa, kayıtsız ve her şeyi hoş gören bir karaktere malik olmak istidadını göstermişti.
Bünyesi kuvvetliydi; gençliği bir ilkbahar ferahlığı içinde geçiyordu. Başkasından görüp öğrendiği “dünyayı bir mesire saymak” eğitimi de gönlüne başka türlü istidatlar, başka türlü hevesler vermişti. Başı ucunda yıldırım gürlese, ona, gökyüzünde birisi gülüyormuş gibi gelirdi. Gözünün önünden bir cenaze geçse, tabutunu bebek sandığı sanırdı.
Derslerini amcasından okudu. Amcası da babası