“Ha, sahi, unutmuştum. Siz şairsiniz. Hiç musikiye tenezzül mü buyurursunuz? diye hafif tertip alaya başladı. Durumu ve sesinin tonu bu sözlerdeki alay maksadını açıktan açığa belli ediyordu.”
Cezmi dayanamadı: “Ne yapalım efendim?..” diye karşılık verdi. “İnsanlık dururken çalıkuşu olmaya heves etmek elimden gelmiyor…”
Bu sözleri toplantıda bulunanların hiddetini bir kat daha artırdı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı.
Davetlilerden biri:
“Şiir söylediğiniz zaman herhâlde deminki okunan beyitler gibi söylersiniz ya!”
Cezmi:
“Kim bilir… Belki…”
Bir başkası:
“Yok, yok! Bey onları da beğenmez…”
Cezmi:
“O beyitleri beğenmezsem ne lazım gelir yani? Şiirden birazcık anlasanız siz de beğenmezdiniz. Baki’nin, Nev’î’nin her sözü mutlaka güzel olmak gerekmez ya!”
Öteden bir başkası:
“Bey, Baki’den de Nev’î’den de daha güzel söyler, Fuzulî gibi söyler.”
Cezmi:
(Hiddetini saklayarak) “Evet, Fuzuli gibi söylerim. Ne olmuş yani?”
Önceki:
“Öyleyse, şimdi bir Fuzuli Divanı buluruz, rastgele bir yaprağını açarız, ilk sayfasında çıkacak şiirine bir nazire26 söyleyebilirseniz size dört başı mamur bir ziyafet veririz. Ya söyleyemezseniz?”
Cezmi:
“Tabii biz de bir ziyafet vereceğiz. Fakat şiiri kim ayırt edecek? Ayırtmanlık size kalacaksa şimdiden yandık demektir, bahse hiç girişmeyelim. Söyleyeceğim nazireye şimdiden fenadır deyip çıkarsınız işin içinden…”
Bir başkası:
“Hayır, öyle değil! Şair Nev’î benim hocamdır. Gider ona gösteririz.”
Cezmi:
“Öyleyse pekâlâ olur.”
Konuşma buraya gelince bir Fuzuli Divanı27 bulmak gerekiyordu. Bu eseri ha deyince bulmak ise hayli güçtü. Çünkü bizde Kanuni Sultan Süleyman zamanından sonra, her yeniliğe karşı olduğu gibi, matbaacılığa da önem verilmemişti. Hatta böyle bir icattan henüz haberimiz bile yoktu. Matbaacılık bize, ancak bir iki yüz sene sonra, Lale Devri’nde, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın ve İbrahim Müteferrika’nın himmetleriyle gelebilmiş, fakat ne yazık ki, Patrona Halil adında bir sergerdenin isyanı hepsini kökünden silip süpürmüştü.
O devirde matbaa olmadığından bütün kitaplar elle yazılıyor ve en değerli eserler bile cahil hattatların elinden yanlışlarla dolu olarak çıkıyordu. Bu sebepledir ki:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki sevad-ı rakamı sûrumuzu şûr eyler
Gâh bir harf sükûtiyle kılar nasırı nâr
Gâh bir nokta sükûtiyle gözü kör eyler 28
diye hattatların cahilliğinden feryat eden Fuzuli’nin divanı da el yazması idi ve yukarda da söylediğimiz gibi, pek az bulunuyordu. Ziyafet sahibinin evinde Fuzuli divanı yoktu. Davetliler arasında saraya mensup adamlardan biri bir uşak göndererek kendi dolabında mevcut olan divanı getirtti. Fal bakar gibi rastgele bir yerini açtılar. Bağdat şehrini tasvir eden meşhur kasidesi çıktı.
Cezmi, Fuzuli’nin öyle en güzel, en kuvvetli şiirlerinden biri çıktığını görünce, aynı kuvvetle nazire yazmanın güçlüğünü düşünerek kalben pek üzüldü, hatta iddiasına bin kere pişman oldu. Fakat bir kere ok yaydan çıkmıştı. Artık geri dönülemezdi. Kendini bilen insanlar için en şiddetli ceza sayılan maskara olmak korkusu ile hiç renk vermedi.
“Bir ziyafet için bir kasideyle uğraşmak çekilir hâllerden değil, fakat ne yapalım? Bir kere bahse tutuşmuş bulunduk. İnşallah Ferhat Ağa’nın sayesinde naziremiz padişaha sunulur da caizemizi29 oradan alırız.” dedi.
Nazirenin yazılması için aralarında kararlaştırılan müddet bir haftaydı. Hafta sonunda Cezmi naziresini getirdi, muarızlarına teslim etti.
Cezmi, bu kadar iddia ve inat üzerine yazdığı şiirde tabii olanca kudretini sarf etmiş, olanca şairliğini göstermiş, naziresini gerçekten nazire denebilecek bir hâle getirmişti.
Muarızları, geçen olayı anlatarak ve Cezmi’nin yaşını, durumunu da tarif ederek kasideyi Nev’î’ye gösterdiler. Koca şair, liyakate âşık, her işin ehlini takdir eden bir zattı. Kasideyi yukardan aşağı dikkatle okudu, okudukça coştu, coştukça okudu ve nazireyi aslından üstün bulduğunu söyledi.
Nazireyi getirenleri, Cezmi’nin şairliğini küçümser bir tavır takındıkları için âdeta ayıpladı:
“Aklınızın ermediği meselelerde niçin fikir yürütürsünüz? Çocuk nazireyi pek güzel söylemiş, hatta bazı yerlerinde Fuzuli’yi bile geçmiş. Fuzuli’nin:
Deşt ü sahrasında sad Leyla vü Mecnun cilve-sâz
Kûhrârı üzre bin Ferhad u Şirin bâde-hâr 30
beyti ki, kasidenin en güzel parçasıdır; naziredeki:
Rûşena bir sahasında Ravza-i Peygamberi
Rû-nümâ bir ravzasında Kâbe-i perverdigâr 31
beytiyle hiç ölçülebilir mi? Bence Cezmi’ninki çok daha kuvvetli…”
Şair Nev’î, Cezmi’yi çok takdir etmişti. Hemen o gün yanına getirtti; bin türlü iltifatlarda bulundu. Hele şakacılığına, hazır cevaplığına, tabiatındaki iyiliğe ve ahlakındaki açıklığa büsbütün hayran kaldı. Ve daha o günden Cezmi’yi kendi oğlu Atâî kadar, belki daha çok sevmeye başladı.
Nev’î bu iltifatlarla da yetinmedi; kasideyi padişaha bizzat sunarak o kudretli ve genç şair için birçok ihsan almasına vasıta oldu.
Ferhat Ağa mirahur, Nev’î de şehzade öğretmeniydi. Böyle nüfuzlu iki insan, kendisini himayelerine alınca, sarayın kapıları Cezmi’ye artık tamamıyla açılmış, devlet katında yükselme yolları görünmüştü. Fakat bu gibi şeyler Cezmi için önemli değildi; onun parada, pulda, mevkide gözü yoktu. Biricik isteği, başlamak üzere olan İran Savaşı’na katılabilmek için bir tavsiye mektubu elde etmekten ibaretti.
10
Sebeplerini yukarıda biraz açıkladığımız İran seferi nihayet açıldı. Cezmi, bu savaşa katılabilmek için soluğu derhâl sarayda, Ferhat Ağa’nın odasında aldı. Tesadüfen şair Nev’î de oradaydı. Aralarında şöyle bir konuşma başladı:
Ferhat Ağa:
“Vah çocuk, seni de İran seferine gönderecekler, öyle mi? Gitmek istemiyorsun, onun için ricaya geldin, değil mi? Telaşlanma! Dur bakalım, elbette bir çaresini buluruz.”
Cezmi:
“Hayır