Şemhal, Tahmasp’ın karılarının hangi milletten olduğunu ve çocuklarının her birinin hangi karısından doğduğunu bilemezdi. Bildiği yalnız Perihan’ın annesi kendi kız kardeşiydi ki, o da on dört yıl önce ölmüştü.
Bununla beraber, İran’ın o zamanki durumu:
Her bir aşiretin Beyi bir başka Padişah
mısrasındaki anlama tıpatıp uygundu. İleri gelenlerden hangisi rakiplerini yenerse, hükûmetin kendi kabilesi tarafından kurulmasını isterdi. İşte bu geleneğe uyarak Şemhal de, Tahmasp’ın Çerkez anadan doğma bir oğlunu İran tahtına çıkarmak fikrine düştü. İçlerinde kan ve soy bakımından hangisinin Çerkez olduğunu yeğeni Perihan’dan sordu.
Perihan, o zamana kadar, bazen bulutlarda görünen elektrik kızıllığını andırır korkunç bir hâlde dururken, birdenbire yıldırım kadar parlak, yıldırım kadar müthiş bir kahkaha ile:
“Dayı, içlerinde Çerkez olarak yalnız ben varım! Fakat sen, haşa, Tanrı değilsin ki, beni erkek yapıp tahta çıkarmak elinden gelsin!” dedi.
Şemhal, Gürcü takımının en sözü geçen reisi Hüseyin Kuli Halife’yi saraya getirtti. Aralarında birçok görüşme oldu. Sonunda yine Perihan’ın fikrine uydular. Tahmasp’ın oğullarından o zaman Kahkaha Kalesi’nde11 bulunan II. İsmail’i tahta çıkarmak için davet ettiler.
Perihan’ın bu makama İsmail’i seçmesine sebep, o zamana kadar kendisinde göregeldiği sessizlik, yumuşak huyluluk ve adalete karşı gösterdiği yapmacık sevgiydi. Eline bir fırsat geçerse, milleti mesut edecek ve hususiyle İranlıları Sünnileştirecek gibi görünür ve Perihan’a karşı -bütün kudretlerini entrikadan alan haris kimselerin yüksek düşünceli olgun insanlara daima ödeyegeldikleri- yaltaklık vergisinde devam eder dururdu.
İsmail, gerek hâli, gerekse kalemiyle, fakat en ziyade hilekârlığı ve düzenbazlığı sayesinde, Perihan’ın gözünde kendisini oldukça insana benzer bir şey olarak göstermeye muvaffak olmuştu. Kendisi ise, kardeşinin fıtri kabiliyetlerini sadece bir icra vasıtası telakki eder; kız kardeşine, bazı katillerin adam öldürdükten sonra kırıp bir tarafa atıverdikleri silah gözüyle bakardı.
Nitekim, tahta çıkar çıkmaz evvela Perihan’ın taraftarlarıyla uğraşmaya başladı. Şemhal’i öldürtmeye çalıştı, muvaffak olamadı, fakat Şirvan’a kadar kaçmak zorunda bıraktı. Bununla da yetinmedi; kardeşlerinden, akrabasından sağ kalanların gözlerine, o zamanların melun âdeti üzere, mil çektirdi.
Kahkaha’dan Kazvin’e gelinceye kadar “Pederim” diye hitap ettiği, Kazvin’de evine indiği ve hükûmetin idaresini güya onun eline teslim ediyormuş gibi, hakkında birçok güven belirtisi gösterdiği zavallı Hüseyin Kuli Halife’yi de birkaç gün içinde, arkadaşları ve akrabası gibi, göz nurundan mahrum bıraktı.
Feleğin çemberinden geçmiş bir tilki kadar hilekârdı. Tahta çıkıncaya kadar, yumuşak huyluluğu ve cömertliğiyle olağanüstü bir ün kazanmış olan II. İsmail şah olur olmaz garezciliğini, kinciliğini o dereceye götürmüştü ki, yukarıda durumundan söz ettiğimiz Hüseyin Bey Yüzbaşı’yı, yegâne kurtuluş yeri bilerek sığındığı Bağdat’tan bin bir çeşit desise ve tedbirle getirerek derhâl idam ettirdi.
Perihan’a gelince: Bütün bu işler olup biterken o, en yüksek dağlarda bulunup da ayağının altındaki bulutların yıldırım, şimşek ve yağmur gürültülerini eğlence tarzında görenler gibi, II. İsmail’in hareketlerini kayıtsızlıkla, fakat dikkatle takip ediyordu. Çünkü aklı kudretince kardeşinden kat kat üstün olduğunu biliyor ve Şah II. İsmail’in, oturduğu iktidar koltuğundan aldığı şiddetin kendisine değil, hatta eteklerine bile yetişemeyeceğine emin bulunuyordu.
Şah II. İsmail’in aptalca bir kanaati vardı. İtiraz edenler mezara girerse, itirazın arkası kesilir, gözlere mil çekilirse tenkitçi bakışlar da kapanır zannederdi. Hâlbuki şairin üç yüz bu kadar sene sonra, Osmanoğulları’nın 33. padişahı Sultan II. Abdülhamit’e hitaben söylediği:
Ne mümkün zulm ile bidâd ile imha-yı hürriyet
Çalış, idraki kaldır muktedirsen âdemiyyetten.. 12
beyitten de anlaşılacağı üzere, hürriyet fikri zulümle, adaletsizlikle asla yok edilemezdi.
Müstebit İsmail’in zulmüne uğrayanlar, yine onun emriyle idam edilen reislerin çocuklarını, mezar kadar sessiz, ölü gibi sır vermez birer intikam aleti yaptılar. Ve Şah II. İsmail tahta çıkışından bir buçuk yıl sonra, bir ramazan gecesi, has nedimi Helvacıoğlu Hasan Bey’le beraber, bir odada ölü bulundu.
İsmail’in ne suretle öldüğü bir türlü anlaşılamadı. Odalarının kapısı açıldığı arada şah ölmüştü; Hasan Bey de henüz can çekişmekteydi; bir iki dakika sonra o da öldü. Binaenaleyh, bu çifte ölüm olayının nedeni ve nasılı anlaşılamadı. Hiç değilse, Hasan Bey’in ifadesinden olsun tarihe bazı üstünkörü malumat kalması dahi nasip olmadı. Yalnız, sebepleri gizli kalmış olayları daima birisine mal etmeyi âdet edinen hayal sahipleri, şahın ölümünü Perihan’dan bildiler. Fakat bu zan hiçbir müspet delile dayanmıyordu.
Bizim tarihçilerden bazılarının rivayetine bakılırsa, II. İsmail bir yandan İran’da Sünnilik kuvvetiyle kendi saltanatını kuvvetlendirmeye çalıştığı hâlde, bir yandan da Şiilik kuvvetiyle Osmanlı Devleti’ne karşı koymak fikrindeydi.
Kalpleri kötü, akılları kıt kimseler çok defa ikiyüzlü, iki meşrepli, iki mezhepli olmayı büyük bir maharet sayarlar; birbirine zıt şeyleri bir araya getirmenin aklen de, mantıken de imkânsız olduğunu düşünemezler. Karlar, tipiler içinde birtakım izler görüp de hiçbirine güvenemedikleri hâlde, yine hiçbirini kaybetmemek için bir yönden öbür yöne habire koşan acemi yolcular gibi, iki yol arasında boşuna helak olur dururlar.
Tarihlerimizin bir kısmı da, Sokullu’nun faydasız görmesine rağmen açılan ve 1577’den 1639’a kadar muhtelif fasılalarla yarım asırdan fazla sürüp giden Osmanlı-İran savaşlarının bu safhasını, Osmanlıların İran’dan bazı yerler koparmak tamahkârlığına bağlamak istemişlerse de, işin doğrusu öyle değildir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni devrini andıracak ve Köprülü devrine gelinceye kadar en son ve bir dereceye kadar en parlak silah parıltısı sayılabilecek o savaş, gerçekte Şah II. İsmail’in, yukarıda söz konusu ettiğimiz acayip fikirlerinden ileri gelmişti.
Perihan’ın, canını dişine takarak koskoca bir saltanat tahtına çıkarttığı Şah II. İsmail o yüksek makamdan kendi münasebetsizlikleri sebebiyle, hatta hayatını da kaybederek gitmişti. Yerine gelen Muhammed Hüdâbende, gözlerine mil çekilmiş zavallı bir âmâ idi. Yıllardır dünyayı görmekten mahrum kalmış müebbet zindan mahkûmları gibi, hayatını saran koyu karanlıklar sebebiyle, yaşamak kendisi için belki çekilmez bir azap olmuş; vücut rahatından başka dünyada her lezzetten yoksun bulunduğundan, kimse ile uğraşmak şöyle dursun, dünyasından bile bütün bütün usanmış bir adamdı.
Yeni şahın komutan ve yakınlarının çoğu da, Şah II. İsmail tarafından gözlerine mil çektirilmiş Hüseyin Kuli Halife ve o kabilden felaket arkadaşlarıydı. Bununla beraber, yine de Türklerle savaşmak arzusundan