Yine aynı yüzyıl içindeydi ki, Almanya’da Luther (Marten 1483-1546) adlı bir din adamı, Katolik baskısına karşı Protestanlık adıyla yeni bir mezhep kurarak Hristiyanlığı ikiye bölmüştü.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, İspanyollar, medeni Granada’yı mazlum kanına, yarı vahşi Meksika’yı masum kanına boğarak doğuda, batıda temaşası insanlığa kan ağlatacak kadar dehşetli bir gurup tablosu meydana getirmişlerdi.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyalara sığamamakta güneş ışınlarıyla rekabet eden bir zekâ,5 mutlak boyutları seyredercesine birtakım matematik incelemeleriyle güneşin, hep aynı yerde durduğunu ve dünyamızın da güneş etrafında döndüğünü fen yoluyla açıklamış ve ispatlamıştı.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, dünyaları kaplayacak bir marifet tufanını kafasına sığdırabilmek harikasına erişenlerden meşhur B. Diaz ve Vasco de Gama,6 açık denizlerde gizli kalmış olan Ümit Burnu’nu keşfederek geçmeye muvaffak olmuşlardı. Ağaçlarında altın meyveler sarkan ve bitkileri gümüş çiçekler açan Hindistan’ın zenginlik ürünlerinden, Portekizliler bu sayede Avrupa’yı faydalandırmaya başladılar.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, medeniyet âlemini istibdat ayakları altında ezmek için meydana çıkmış sanılan ve Napolyonları, Bismarkları bile hayli telaşlandıran Cizvit Kurumu7 kişizade iken dilenciliğe kadar düşmüş, gözü açık, fakat ayağı topal; suratı insan, fakat kendisi şeytan, acayip bir yaratığın taassup gölgesi altında kurulmuştu.
Yine o yüzyıl içindeydi ki, Yemen’den kahve, Amerika’dan tütün gelerek birbiri ardınca, halkın heves sergilerine atılmış; biri sıvı, öteki duman, insanlar için iki siyah ihtiyaç belası daha belirmeye başlamıştı.
İşte, başından gelip geçenleri yazmak istediğimiz Cezmi de o yüzyılın ileri gelenlerindendir. Biyografisi pek öyle büyük olaylarla dolu olmasa bile, devletin büyücek bir savaşıyla da ilgisi olduğu için okunmaya değer bulduk. Onun içindir ki, romanı yazmaya cesaret ediyoruz.
2
Cezmi, 1546 yılında dünyaya geldi; fakat insan içine 1566’da karıştı. Yani o zaman, turfanda yetişmiş meyveler gibi, zihin açıklığı sayesinde, eserlerini vaktinden önce göstermeye başladı. Babadan kalma bir sipahi tımarı vardı. O zaman kendini insan bilerek, insan için gerekli geçim meseleleriyle uğraşmaya, insanları denemeye ve iş öğrenmeye başladı.
Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman, türbelerine çekilmişlerdi.
Barbaros’un kabrindeki ağaçlardan, çimenlerden, gemilerine yelken veya leventlerine kanlı kefen olmaya özenerek yaratılmış gibi, beyazlı kırmızılı çiçekler açılmaya başlamıştı.
Devlet Giray II.nin o, toprağı yanardağlardan alınmış kalbi; o, parlaklığı Kuzey Kutbu’nu bile imrendiren fikirleri, kara toprak altında, yokluk karanlığında örtülmüş kalmıştı.
Türkiye’de bu, büyüklere kılıcıyla, kalemiyle hizmet eden kudretli kimselerden Pir Mehmet Paşa, oğlu tarafından zehirlenmiş; Makbul İbrahim Paşa, Ahmet Paşa cellat elinde can vermişlerdi. Zembilli Ali Efendi, İbn-i Kemal, Ebussuut, Rüstem Paşa, Pertev Paşa, Tun-gutça Paşa, Piyale Paşa, Salih Paşa, Ramazan Paşa; hepsi hepsi ölmüştü.
(Bu roman sonuna kadar okununca anlaşılacağı üzere, Cezmi’nin Hint ile, Avrupa ile, Turan ile hiçbir ilgisi olmadığı için, oralarda ortaya çıkıp da adlarını yukarıda saydığımız büyük adamlardan tekrar bahsetmeyi gerekli görmüyoruz. Konumuz yalnız Osmanlı Türklerini, Tatarları ve İranlıları ilgilendirdiği için, biz de dünyanın sadece o taraflarından söz edeceğiz.)
3
Cezmi topluma karıştığı sıralarda, bunca devlet adamının göçüp gitmesine rağmen, büyüklerin defteri henüz dürülmemişti. Kılıç Ali Paşa; Barbaros’un, Turgutça’nın, Piyale’nin Avrupa’ya karşı Akdeniz’deki istila tufanlarının dehşetini sürdürüp gidiyordu.
Yemen’in, Tunus’un birinci fatihleri olan Hadım Süleyman Paşa ile Piyale Paşa, cennetteki köşelerine çekilmişlerse de, o yerlerin ikinci fatihi Sinan Paşa, Kubbealtı’nda, dördüncü vezirlik makamında oturuyordu.
Kıbrıs’ın fethinde olağanüstü yararlıklar gösteren sayılı Türk komutanlarından Kara Mustafa Paşa, üçüncü vezirdi.
Dört Büyükler diye ün salan ve devletin manevi kuvvetleri demek olan dört zatın birincisi, memlekette rüşvet ve dalkavukluğu icat eden Şemsi Paşa ise, ikincisi de doğruluğu, fedakârlığı, cesareti ve bilhassa medeni cesaretiyle ün salan merhum Hoca Sadrettin’di. O Hoca Sadrettin ki, 1589’da, Eğri Savaşı’nda bozguna doğru giden Türk ordusunun başındaki Padişah III. Mehmet’in morali bozularak savaş alanını terk etmesini, medeni cesaretiyle önlemiş ve zaferin kazanılmasını sağlamıştı.
Dört Büyükler’in üçüncüsü Gazanfer Ağa, dördüncüsü de Canfeda Kadın idi. İkisi de ve bilhassa Canfeda Kadın, padişah katında sözleri geçen insanlardı. Bu yoldaki nüfuzlarını da yüzde doksan iyiliğe sarf ederlerdi. Yemen’in gerçek fatihi sayılmaya layık olan genç kahraman Özdemiroğlu Osman Paşa, Yemen’de Sinan Paşa’nın ezici rekabetinden kurtularak lodos hızı ve hiddetiyle İstanbul’a gelmiş; bir müddet Sokullu’nun babaca, fakat aynı zamanda eğitmence şiddetlerine uğradıktan sonra, sancak beyliğiyle Anadolu’yu dolaşmaya başlamıştı.
Aşağıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bozulmaya yüz tutan yeniçerilerin bir disiplin altına alınmaları yolunda mevkisini ve hatta hayatını tehlikeye sokan Revan ve Gence Fatihi Ferhat Paşa, mirahurluk ile devlet hizmetinde ehliyetini ispat edenlerden biriydi.
O devrin en büyük devlet adamı ise, Kanuni’nin en son sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa’ydı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kanuni zamanındaki azamet ve ihtişamından canlı bir örnek hâlinde, gelecek padişahlara armağan kalmıştı.
Güneş battıktan sonra ışınlarını bir dereceye kadar sürdüren ay gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra onun ikbal ziyasını Sokullu korumakta ve etrafa yaymakta devam ediyordu.
Kanuni’nin ölümünden sonra meydanı boş bulan Almanya İmparatorluğu tarafından gösterilen düşmanlık belirtileri karşısında:
“Rahat durmazsanız iki hududun ortasında bir geçilmez çöl peyda eder de şerrinizden emin olurum!” tehdidiyle Avrupa’yı dehşetle titreten yine aynı Sokullu’ydu.8
Hazar Denizi yoluyla Asya içlerine doğru hükmünü yürütebilmek için Volga ve Don nehirlerini bir kanalla birleştirerek Yavuz Sultan Selim’in büyük ülküsü olan İslam birliğine o yönden bir ulaşma yolu açmaya çalışan yine aynı büyük adamdır.
II. Selim devrinde, Müezzinoğlu Kaptan Ali Paşa’nın idaresindeki Türk donanmasına, Donjuan adlı amiralin komutasındaki Haçlılar donanması İnebahtı (Lepant)’da saldırdı. Türk donanmasının tecrübesiz amirali, tecrübeli reislerin sözlerini dinlemedi. Kendi başına hareket etti. Bu yüzden Türk filoları müthiş bir bozguna uğradı (1571). O kan ve ateş tufanları arasında Uluç Ali Reis, komuta ettiği yirmi kadar gemimizi, düşman çemberini âdeta bir kılıç gibi yararak güçlükle kurtarabildi. Bu başarısından dolayı kendisine Kılıç Ali Paşa denildi.
Avrupa’nın bütün deniz kuvvetleri karşısında, o kadar dehşetli bir bozgun içinde bile yeise kapılmamış olan bu ünlü Türk amirali, Türk’ün bu çekilmiş