Babası Şah İsmail Safevi zamanında kurulan devletini, Osmanlıların ve Şeybanilerin ezici yumruğundan ve istilasından koruyabildiği için yine aynı yüzyılın büyük adamlarından da sayılabilen Şah Tahmasp, elli üç senelik uzun bir saltanattan sonra 1577’de ölmüş, daha doğrusu layık olduğu cezaevine göçmüştü.
XVI. yüzyıl, devlet adamı yetiştirmekte bereketli bir çağ olduğundan mıdır nedir, İran da Tahmasp’ın ölümünden sonra değerli idareciler çıkarmaktan geri kalmadı.
Tahmasp’ın sekiz erkek çocuğu bir araya toplansa hepsi bir adam etmezdi; hepsi de birbirinden aşağılık şeylerdi. Fakat bir kızı ile bir gelini politika alanında, bir torunu da kahramanlık meydanında kendisi kadar ve belki kendinden ziyade şan ve şeref kazanabilecek yaradılıştaydılar.
Kızı Perihan, gelini, en büyük oğlu Mehmet Hüdâbende’nin karısı Begüm Şehriyar, torunu da, Hüdâbende ile Şehriyar’ın çocukları Hamza Mirza idi.
O zamanlar on sekiz, on dokuz yaşlarında bulunan Perihan, Tanrı’nın özene bezene yarattığı, gerçekten eşsiz bir dünya güzeliydi. Ahlak ve karakter bakımından da emsali yoktu. Çok cesur ve her bakımdan kuvvetliydi. Çelik gibi sağlam bir iradesi vardı.
Begüm Şehriyar’a gelince: Kırkına yaklaştığı hâlde, tazeliğini ve güzelliğini henüz kaybetmemişti; renkli bir güzellik içinde göze çarpardı. Yılan gibi görünüşte zayıf, fakat gerçekte kuvvetli bir bünyesi vardı. Âciz kaldığı zamanlar yılan gibi yerlerde sürünür; fakat eline fırsat geçer geçmez insanı sokardı. Amacına varmak için, izini kaybettirecek eğri büğrü bir yol takip ederdi. Velhasıl acayip bir rüzgâr gibi eser dururdu.
Perihan’ın bir gonca gülü andıran güzelliği yanında onun güzelliği zakkum çiçeğinin güzelliğinden farksızdı. Ahlak ve ruh bakımından da Perihan’ın taban tabana zıddıydı. Şahsi menfaatlerini her şeyden üstün tutardı.
Yaş bakımından tecrübesi daha fazla olduğu gibi, hareketleri de, maddecilikle, menfaatle fazla uğraşanların hareketleri gibi dolambaçlıydı. Bu bakımdan entrika alanında saf Perihan’dan üstün olması -bu alçak dünyanın gidişatına göre- normal bir şeydi. Cesaret bakımından sıfırdı. Perihan’ın cesareti ise, ancak büyük kahramanlarla kıyaslanabilecek derecedeydi.
Hamza Mirza’ya gelince: Bu zat, annesine hiç benzememişti. Şehriyar yılan karakterinde, kendisi ise kaplan tabiatındaydı. Yılandan kaplan doğabileceğini kim umar? Fakat Ulu Tanrı en olmayacak şeyleri bile yaratmaya kadirdir. Hamza Mirza son derece cesurdu. Dünyada hiçbir tehlikeden çekinmez, gözünü budaktan esirgemezdi. Askerlikte de büyük bir istidadı vardı. Hatta aşağıda görüleceği üzere, Özdemiroğlu gibi zamanının en büyük ve en tecrübeli askeriyle uğraşmaya muvaffak olmuştu. Fakat nefsine son derece düşkündü. Can yakmaktan, kan dökmekten hiç çekinmez, bundan âdeta zevk duyardı.
Tahmasp’ın ölümü sırasında bu üç üstün kuvvetten, yani Perihan, Şehriyar ve Hamza Mirza’dan, yanında yalnız kızı Perihan vardı. Asker ise, Gürcü ve Çerkez reislerinin etkileri altında bulunuyordu. Gürcülerin reisliğini Mirza Ali Han-ı Cürî ve Hüseyin Kuli Halife, Çerkez beylerinin reisliğini de Dağıstan Hâkimi Şemhal yapıyordu.
Şemhal Perihan’ın dayısıydı, Hüseyin Kuli Han ile Ali Han Gürcü’nün de Tahmasp şehzadelerinden Mirza Haydar’a anne tarafından yakınlıkları vardı.
Fakat asker takımının en düzgün ve en kalabalığı, sarayın muhafızlığında bulunan ve bizim o zamanki bostancılar hükmünde olan koruyuculardı; onların komutanı da Hüseyin Bey Yüzbaşı adında gayet cüretli ve kahraman bir zattı.
Tahmasp ölünce, Hüseyin Bey Yüzbaşı, şehzadelerden birini kendi kuvvetiyle tahta çıkarmak ve bu sayede kendisi de manevi bir saltanat kurmak hevesine düşerek, tekmil koruyucuları başına topladı. Gürcü takımını da Çerkez takımından daha kuvvetli gördüğü için, Gürcü reislerinin birliğine girdi. Saltanata en münasip olarak Haydar Mirza’yı düşünüyordu. Zaten Tahmasp, daha ölüm döşeğinde can çekişirken, saray entrikacıları Haydar Mirza’yı gizlice saraya sokmuşlar ve şah son nefesini verdiği anda, içerideki taraflarının yardımıyla, başına bir de taç oturtmuşlardı.
Tahmasp’ın öldüğü dışarıda duyulur duyulmaz, gerek Hüseyin Bey, gerek Gürcü reisleri, seçtikleri yeni şahı alkışlamak için, silah elde saray civarına saldırdılar. Dua ve tebrik sesleri ayyuka çıkıyordu.
Tam bu sıradaydı ki, sarayın küçük kapılarından biri şiddetle açıldı. At üzerinde bir garip yaratık, açılan kapıdan alana atıldı. Bindiği at beyazdı; fakat vücudundaki yer yer kan damarlarından benekli bir kaplana benziyordu. Binicisinin uzun saçları, hayvanın üzengilerine kadar dökülüyor ve bu saçlar, güneşin batacağına yakın ufukta görünen siyah bulutları andırıyordu.
Gözleri tıpkı birer yıldız gibi parlıyor, etrafa nur saçıyordu. Henüz açılmamış iki goncaya benzeyen kırmızı dudaklarından dokunulsa kan akacak sanılırdı. Arkasında, hafif ve beyaz bir bulutun mehtabı örtebileceği kadar, vücudunu örten ve hatta üzerinde kan damarlarından hasıl olan lekelere bakılırsa, buluttan ziyade ay etrafındaki nur çemberine benzeyen bir gömlek vardı. Elinde, rüzgârın şiddetinden bir dal gibi kavisleşmiş, çiçeği leylak dalları renginde ve şeklinde bir kılıç tutuyordu.
Böyle tabiatüstü bir vücut, hiç kimsenin beklemediği, hatta düşünmediği bir anda, etrafına dehşet saçarak alana atılınca, saray kapısı önünde bulunan askerler, başka bir âlemden inme bir yaratık görmüş gibi birden irkildiler, büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Gürcülerin elleri ayakları titremeye, ellerindeki silahlar yere dökülmeye başladı.
Alana atılan binici, hemen oradaki halkın üzerine doğru atını sürdü ve hiç lakırtı söylemeye lüzum görmeksizin sadece kılıç işaretiyle dağılmalarını emretti.
Askerlerin yaktığı meşalelerden, yüzünün bir tarafına korkunç bir kızıllık aksetmiş, öte tarafına da sanki parlak bir ışık eklenmişti. Bu durumu ile, gerçekten dünyamızın dışında başka bir âlemde yaratılmış da sonra dünyaya inmiş nurdan bir cisim gibi görünüyordu.
Bu müthiş binici, Perihan’dan başkası değildi. Haydar Mirza’nın alkışlarını, Haydar Mirza taraftarlarının saray içinde sağa sola saldırışlarını uykusu arasında işitmiş, hemen yatağından fırlayarak gecelik kıyafetiyle dışarı atılmış ve birinin kanına susayan, birini boğmaya çalışan iki atlı arasından bir koruyucunun yere düşen kılıcını kaptığı gibi başka bir koruyucunun merdiven başında bıraktığı hayvana atlayarak kapıdan dışarı fırlamıştı.
Saray içinde birbirine saldıranların bir tarafında Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın askerleri, öte tarafında da Şemhal taraftarları bulunuyordu. Çünkü Şemhal, Tahmasp’ın ölmek üzere olduğunu yeğeni Perihan’dan öğrenmiş, Gürcülerle koruyucuların Haydar Mirza’yı tahta çıkarmaya uğraştıklarını da kendi adamlarından haber almış ve bunun üzerine kendi taraftarlarını karşı taraftakilere mağlup ettirmemek için, yanındaki Çerkezlerle sarayın başka bir kapısından içeriye dalmıştı.
Hüseyin Bey Yüzbaşı’nın divan kapısını zorlayarak kırdığı ve içeri hücum ettiğini görünce, o da işe karışmaya karar verdi.
Saray