“Uyanın, uyanın!”
Köpekler ayaklandılar ve havlayarak kaçıştılar.
Şaşırmış hâldeki sürü telaşlandı.
Adamlar ellerinde silahları ayağa kalktılar.
“Ne oldu?” diye sordular, hep bir ağızdan.
“Bakın!” diye bağırdı nöbetçi. “Gökyüzü alevler içinde!”
Işık birdenbire dayanılmaz bir hâl aldı, çobanlar gözlerini elleriyle kapatıp diz çöktüler, ruhları korkuyla ürperirken, kör ve baygın bir hâlde yüzüstü düştüler, eğer bir ses onlara seslenmeseydi ölebilirlerdi.
“Korkmayın!”
Dikkat kesildiler.
“Korkmayın, bakın size ve bütün insanlığa büyük bir sevinç haberi getirdim.”
Bütün tatlılığı ve yatıştırıcılığıyla alçak ve net olan ses bütün varlıklarına nüfuz ederek onları güvenle doldurdu. Dizlerinin üzerine kalktılar, iman dolu bir şekilde bakarak büyük ihtişamın merkezinde beyazlara bürünmüş bir adamın görüntüsünü gördüler; omuzlarının üzerindeki katlanmış kanatları ışıldıyordu; alnında akşam yıldızı kadar parlak bir yıldız sabit bir ışıkla parıldıyordu; elleri kutsar gibi onlara doğru uzanmıştı; yüzü dingin ve kutsal bir güzelliğe sahipti.
Kendi basit yaşamlarında sık sık meleklerden söz ettikleri olmuştu, şimdi de hiç kuşkuya kapılmadılar ve yüreklerinin derinliklerinde, “Tanrı’nın haşmeti bizimle.” dediler.
Melek konuşmaya devam etti.
“Bugün Davut’un şehrinde sizin için bir kurtarıcı, İsa Mesih doğdu!”
Bu kelimeler zihinlerine işlerken yine bir sükûnet oldu.
“Bu size bir işaret olacak.” diye devam etti ses sonra. “Bir yem teknesinin içinde kundağa sarılmış bebeği bulacaksınız.”
Müjdeci tekrar konuşmadı; iyi haberlerini vermişti, ama bir süre daha kaldı. Birdenbire ortasında bulunduğu ışık pembeye dönüşüp titreşmeye başladı. Sonra insanların görebileceği kadar uzakta göz alıcı şekilde gidip gelen beyaz kanatlar ışıldamaya başladı, uyum hâlinde birçok ses bir ağızdan, “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!” dediler.
Bu övgü pek çok kez tekrarlandı.
Sonra müjdeci uzaklardan bir onay bekliyormuş gibi gözlerini yukarı kaldırdı; üst kısımları kar beyazı olan kanatları hareketlenerek karanlıkta sedef gibi görkemle yavaş yavaş açıldı, iki yanından metrelerce açılan kanatlarıyla hafifçe yükseldi, hiç zorlanmadan ışığı da kendisiyle birlikte götürüp gözden kayboldu. O gittikten uzunca zaman sonra gökyüzünden nakaratlar döküldü: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”
Çobanlar kendilerine geldiklerinde aptallaşmış bir hâlde birbirlerine baktılar, sonra içlerinden biri, “Bu Tanrı’nın habercisi Gabriel’di.” dedi.
Kimse cevap vermedi.
“İsa Mesih doğdu, dedi değil mi?”
Sonra bir başkası sesini toparlayıp cevap verdi: “Aynen öyle dedi.”
“Davut’un şehrinde demedi mi, yani Beytüllahim’de. Onu kundak içinde bulacakmışız.”
“Bir yem teknesinin içinde.”
İlk konuşan düşünceli bir hâlde ateşe baktı ve sonunda sanki ani bir karara varmış gibi, “Beytüllahim’de yem teknelerinin olduğu tek bir yer var; o da eski hanın yakınlarındaki mağara. Kardeşler, gidip bakalım. Rahipler ve din bilginleri uzun zamandır İsa’yı arıyorlardı. İşte şimdi doğdu, Tanrı bize onu tanıyacağımız işareti verdi. Gidip ona tapınalım.”
“Peki ya sürüler!”
“Tanrı onlara göz kulak olur. Acele edelim.”
Hep beraber ayağa kalktılar ve mârâhtan ayrıldılar.
Dağın etrafından ve kentin içinden geçip hanın kapısına geldiler, nöbette bir adam vardı.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu nöbetçi.
“Bu gece müthiş şeyler görüp işittik.” diye cevap verdiler.
“Biz de müthiş şeyler gördük, ama hiçbir şey işitmedik. Ne duydunuz bakalım?”
“Yakınlardaki mağaraya gidelim, önce bir emin olalım sonra sana anlatırız. Bizimle gel de kendi gözlerinle gör.”
“Saçma sapan bir şeydir.”
“Hayır, İsa doğdu.”
“İsa mı? Nereden biliyorsunuz?”
“Önce bir gidip görelim.”
Adam küçümseyerek güldü.
“İsa ha. Onu nasıl tanıyacaksınız?”
“Bu gece doğdu, şimdi bir yem teknesinde yatıyor, bize öyle söylendi. Beytüllahim’de yem teknesi olan tek bir yer var.”
“Mağara mı?”
“Evet. Bizimle gelsene.”
Meydandan geçtiler, orada da uyanıp muhteşem ışıktan söz edenler vardı. Mağaranın kapısı açıktı. İçeride bir lamba yanıyordu, teklifsizce içeri girdiler.
“Huzur seninle olsun.” dedi nöbetçi Yusuf’a ve Beth-Dagonlulara. “Bu insanlar bu gece doğan bir çocuğu arıyorlar, kundak içinde yem teknesinde bulacaklarmış onu.”
Bir an için Nasıralının duygusuz yüzü hareketlendi ve başını çevirerek, “Çocuk burada.” dedi.
Yem teknelerinden birine doğru yöneldiler, Çocuk oradaydı. Lamba getirildi, çobanlar sessizce duruyorlardı. Minik çocuk hiç hareket etmiyordu, diğerleri gibi yeni doğmuştu.
“Annesi nerede?” diye sordu nöbetçi.
Kadınlardan biri çocuğu alıp orada yatan Meryem’e götürdü, kucağına bıraktı. Sonra izleyiciler ikisinin başına toplandı.
“Bu İsa!” dedi bir çoban sonunda.
“İsa!” diye tekrarladı hepsi birden, tapınma halinde diz çökerek. İçlerinden biri birkaç kez tekrarladı:
“Bu Tanrı’dır ve görkemi yeri göğü kaplar.”
Basit insancıklar hiç kuşku duymadan annenin elbisesinin eteğini öptüler ve sevinçli yüzlerle oradan ayrıldılar. Handa uyanıp etraflarını saran insanlara hikâyelerini anlattılar; kentte ve mârâha giden yol boyunca meleklerin nakaratlarını tekrarladılar: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”
Hikâyeleri kent dışına kadar taştı ve sık sık görülen ışıkla doğrulandı; ertesi gün ve ondan sonraki günler boyunca mağara meraklı kalabalıklar tarafından ziyaret edildi, bazıları inandı, büyük bir kısmı da gülüp dalga geçti.