“Burada kalabilir misin?”
“Burası kutsanmış.” diye cevap verdi kadın.
“Sizi yalnız bırakıyorum o hâlde. Huzur sizinle olsun!”
O gidince mağarayı oturulabilir bir yer yapmakla meşgul oldular.
X
GÖKYÜZÜNDEN GELEN IŞIK
Gecenin bir vaktinde bağırışlar ve hana girip çıkan insanların hareketleri kesildi; aynı zamanda henüz kalkmamış olan bütün Yahudiler ayaklandılar, Kudüs’e doğru baktılar, ellerini göğüslerinde kavuşturup dua ettiler; çünkü Moriah tepesindeki tapınakta kurbanların sunulduğu kutsal dokuzuncu saatti, Tanrı da orada olacaktı. Tapınanlar ellerini indirince tekrar bir telaş başladı. Herkes ot yatağını yapmaya koyuldu. Kısa bir süre sonra ışıklar söndürüldü, bir sessizlik oldu ve herkes uykuya daldı.
Gece yarısına doğru damın üzerinden biri, “Gökyüzündeki şu ışık da nedir? Uyanın, kardeşlerim, uyanın da bakın!” diye bağırdı.
Yarı uykulu insanlar doğrulup baktılar. Sonra hayranlık içinde kendilerine geldiler. Hareketlenme aşağıdaki meydana ve girintilere kadar yayıldı. Ardından evdeki, meydandaki ve etraftaki bütün konaklamacılar gökyüzüne baktılar.
En yakındaki yıldızların çok ötelerindeki bir yükseklikten başlayıp yere doğru inen bir ışık gördüler; tepesinde hafifleyen ışık tabanında genişliyordu, kenarları yumuşak bir şekilde gecenin karanlığına karışıyordu, tam merkezindeyse bir pembelik vardı. Bu görüntü kentin güneydoğusundaki en yakın dağın zirvesinde soluk bir hale yaparak duruyor gibi görünüyordu. Han öyle aydınlanmıştı ki damın üzerindekiler birbirlerinin şaşkınlık dolu yüzlerini görebiliyorlardı.
Dakikalar geçip de ışık devam ettikçe şaşkınlık, yerini huşu ve korkuya bıraktı; ürkekler titredi, cesurlar fısıltıyla konuşmaya başladılar.
“Hiç böyle bir şey gördün mü?” diye sordu biri.
“Dağın üzerinde gibi görünüyor. Ne olduğunu bilmiyorum, hiç böyle bir şey görmedim.” cevabı geldi.
“Bir yıldız patlayıp düşmüş olabilir mi?” diye sordu bir başkası, dili dolanarak.
“Yıldız düşünce ışığı sönüp gider.”
“Ben anladım!” diye bağırdı biri kendine güvenle. “Çobanlar aslan gördüler ve onu sürüden uzak tutmak için ateş yaktılar.”
Bunu söyleyenin yanındaki adamlar rahat bir nefes alıp, “Evet, doğru! Bugün oradaki vadide sürüler otluyordu.” dediler.
İzleyenlerin huzuru kaçtı.
“Hayır, hayır! Yahuda’daki bütün ormanlar bir araya toplanıp yansa alevi bu kadar yüksekte, böyle güçlü bir ışık saçamaz.”
Derken evin tepesinde bir sessizlik oldu, ama sonra tekrar gizem devam etti.
“Kardeşler!” diye bağırdı saygıdeğer bir Yahudi. “Gördüğümüz şey babamız Yakup’un rüyasında gördüğü merdiven. Babalarımızın Yüce Tanrı’sı kutsasın!”
XI
İSA’NIN DOĞUŞU
Beytüllahim’in bir buçuk, hatta iki mil kadar güneydoğusunda, kentten dağın yükseltisiyle ayrılan bir ova uzanır. Kuzey rüzgârlarından iyice korunan ova Frenk incirleri, bodur meşeler ve çam ağaçlarıyla kaplıdır, hemen yanındaki küçük vadi ve koyaklarda zeytin ve dut ağaçları vardır; yılın bu mevsiminde oralarda otlayan kuzular, keçiler ve sığırlar için çok değerlidir buralar.
Kentin uzağındaki bir uçurumun altında ta eskilerden kalma büyükçe bir mârâh, yani ağıl vardı. Damsız ve yıkıldı yıkılacak hâldeydi. Ama onu çevreleyen duvarlar sapasağlam kalmıştı ve sürülerini binadan ziyade oraya götüren çobanlar için daha büyük önem arz ediyordu. Alanın etrafını çevreleyen bu taş duvar bir adam boyu yükseklikteydi ama bazen yabani hayatın açlığıyla gelen bir panter ya da aslan cesurca içeri atlayabilirdi. Duvarın iç kısmında sürekli tehlikeye karşı korumayı artırmak için dikenli çalılıklar dikilmişti, bu öyle başarılı bir buluştu ki tepesindeki sivri dikenli dalların arasından bir serçe bile geçemezdi.
Sürüleri için taze otlar arayan birçok çoban onları buraya getirmişti. Sabahın erken saatlerinden itibaren ağaçlıklarda haykırışlar, baltaların sesleri, koyunların ve keçilerin melemeleri, çanlarının şıngırtıları, sığırların böğürmeleri ve köpeklerin havlamaları çınlamaya başlamıştı. Güneş battığında mârâha doğru yol aldılar ve geceyle beraber her şey güven altındaydı. Sonra kapının aşağısında bir ateş yakıp mütevazı yemeklerini paylaştılar, içlerinden birisini nöbete dikip dinlenmek ve sohbet etmek üzere oturdular.
Gözcü hariç altı kişiydiler. Ateşin etrafında toplanmışlardı, bazıları oturuyor, bazıları da yüzükoyun uzanıyordu. Alışkanlık olarak başları açık dolaştıklarından saçları gür yığınlar hâlinde kabarmıştı. Sakalları boyunlarını kaplıyor, keçe gibi göğüslerine iniyordu; yünleri de üzerinde olan oğlak ve koyun derisinden harmanileri boyunlarından dizlerine kadar bütün vücutlarını çevreliyor, geniş kemerler kaba giysilerini bellerinden kuşatıyordu. Sandaletleri kaba deridendi; sağ omuzlarında yiyecek ve sapan için seçilmiş taşlar taşıyan keseler asılıydı; her birinin yanı başında yerde mesleklerinin sembolü olan değnekleri duruyordu.
İşte böyleydi Yahudiye’nin çobanları! Görünüşte tıpkı ateşin etrafında onlarla beraber oturan sıska köpekler gibi kaba saba ve yabaniydiler; aslında kısmen sürdükleri ilkel yaşamdan, ama esasen gözettikleri sevimli ve çaresiz yaratıklardan dolayı saf ve merhametliydiler.
Dinlenip sohbet ettiler; bütün konuşma konuları, dünya için sıkıcı olsa da kendilerinin tüm dünyası olan sürüleriydi. Önemsiz olaylar üzerinde uzun uzun konuşuyorlar, bir koyunun kayboluşunu anlatırken hiçbir ayrıntıyı atlamıyorlardı. Hayvanlar daha doğuştan itibaren onların işi olmuştu, bütün gün onları korumuş, su taşkınlarından geçirmiş, derin çukurlardan aşmışlardı. Onların arkadaşı, düşünce ve ilgi odağı, bütün amacıydı; onları korumak için ölümüne bir aslanla ya da soyguncuyla yüz yüze gelmeleri bile gerekebiliyordu.
Şans eseri öğrendikleri ulusları yok eden ve dünyanın egemenliğini değiştiren büyük olaylar onlar için önemsizdi. Şu veya bu şehirde Herod’un yaptığı şeylerden, inşa ettiği saraylardan, yasakladığı uygulamalardan nadiren haberdar oluyorlardı. Sürülerini güttükleri tepelerin üzerinde ya da onları sakladıkları korunaklarda borazan sesiyle sık sık tedirginlik yaşıyorlar, kafalarını uzatıp bakınca bir kalabalık, bazen ilerleyen bir lejyon görüyorlar, ışıldayan başlıklar gözden kaybolup da onlara heyecan yaratan olay son bulunca askerlerin yaldızlı başlıklarını ve kendi hayatlarının tam tersi olan albeniyi düşünüyorlardı.
Ama bu kaba saba ve basit insanların da kendilerine özgü bilgileri ve erdemleri vardı. Sebt günlerinde kendilerini arındırırlar ve sinagoglara giderlerdi. Hazan,22 Tevrat’ı elden ele dolaştırırken hiç kimse onlardan daha büyük bir hazla onu öpemez; sheliach23 metni okuduğunda kimse onlardan daha mutlak bir imanla dinleyemez, vaazları onlardan daha fazla benimseyemez ve sonradan üzerinde onlardan daha fazla düşünemezdi. Şema’nın24 bir ayetinde basit yaşamlarının bütün bilgi ve kanununu buluyorlardı. Tanrıları tektir ve onu bütün ruhlarıyla sevmelidirler.