Bu hanların eşsiz yönetimleri Batılıları hayrete düşürecek nitelikteydi. Ne hancı vardı ne memur ne aşçı ne de mutfak; yönetimi ya da mülk sahipliğini temsilen kapıda bir kâhya vardı sadece. Gelen yabancılar kimseye hesap vermeden istedikleri kadar kalırlardı. Bu sisteme göre her gelen kendi yiyeceğini ve pişirme gereçlerini yanında getirmek ya da handaki satıcılardan almak zorundaydı. Aynı şey yatak ve hayvan yemleri için de geçerliydi. Yolcuların mülk sahibinden tek talebi su, dinlenme, barınak ve korunmaydı ve bunlar da bedava sağlanıyordu. Sinagogların sükûneti kavgacıların tartışmalarıyla bozulurdu da hanlarınki asla. Evler ve bütün eklentileri kutsaldı. Bir kuyu bile bu kadar kutsal değildi.
Beytüllahim’de, Yusuf ve karısının önünde durdukları han, ne çok ilkel ne de çok görkemli olan hâliyle sınıfının iyi bir örneğiydi. Tek katlı bina, dört köşeli taş blokları, dümdüz damı, penceresiz duvarları, doğu tarafında ya da öndeki ana giriş kapısıyla tamamen Doğu’ya ait özellikler taşıyordu. Kapının önünden geçen yol öylesine yakındı ki eşik neredeyse tamamen toz kaplıydı. Düz taşlardan oluşan çitler kuzeydoğudan başlayıp batıya, kireç taşından kayalıklara doğru, bayır aşağı iniyordu. Görkemli bir han için son derece önemli olduğu üzere hayvanlar güvenli bir alanda tutuluyordu.
Beytüllahim gibi tek bir şeyhin bulunduğu bir köyde birden fazla han olamazdı ve uzun yoldan gelen bir Nasıralı kentte konukseverlik talebinde bulunamazdı. Üstelik gelme nedeni olan sayım haftalar hatta aylar sürebilirdi. Bilindiği üzere taşradaki Romalı temsilciler işlerini çok yavaş yapıyorlardı ve bu kadar belirsiz bir süre için karısıyla beraber bir tanıdık ya da akrabaya yük olması söz konusu bile değildi. Büyük eve yaklaşmadan, henüz eşeği zorladığı bayırı tırmanırken, handa kalacak yer bulamama korkusu sancılı bir endişe hâlini almıştı; çünkü büyük bir telaşla sığırlarını, atlarını ve develerini kimisi suya, kimisi yakınlardaki mağaralara getirmekle uğraşan adamların ve çocukların kalabalığını görmüştü. Hanın yakınına vardığında, kapıda yığılan kalabalığı görünce dehşeti yatışmadı, bitişik alan bile dolup taşmıştı.
“Kapıya ulaşamayız.” dedi Yusuf, ağır ağır. “Burada durup mümkünse neler olduğunu öğrenelim.”
Karısı cevap vermeden yüzündeki örtüyü kenara çekti. Yüzünün yorgun ifadesi yerini meraka bıraktı. Kendisini onun için merak konusu olan bir kalabalığın kenarında buldu. Büyük kervanların sürekli gidip geldikleri ana yolların herhangi birisindeki hanlarda yaygın olan bir durumdu bu. Oraya buraya koşuşturup duran yayan adamlar Suriye diliyle bağırıp duruyorlar; at sırtındaki adamlar develerin üzerindeki adamlara sesleniyorlar; bazı adamlar inatçı inekleri ve ürkmüş koyunlarıyla mücadele ediyor, bazılarıysa ekmek ve şarap satıyordu; kalabalığın arasında bir çocuk kalabalığı, köpek sürüsünü kovalıyordu. Herkes ve her şey aynı anda hareket hâlinde gibi görünüyordu. Narin izleyici manzaradan yorgun düşmüştü ve kısa bir süre sonra iç geçirip eyere iyice yerleşerek sanki huzur ve sükûn arayışıyla bakışlarını güneye, batan güneşin altında hafifçe kızaran Cennet Dağı’nın yüksek tepelerine çevirdi.
O böyle bakıp dururken kalabalığı yarıp kendisine yol açan bir adam eşeğin yanında durup kaşlarını çatarak arkasını döndü. Nasıralı ona seslendi.
“Ey Yahuda’nın oğlu, dostum, bu kalabalığın nedenini sorabilir miyim?”
Sert bir şekilde dönen yabancı Yusuf’un ciddi yüzünü görünce, selamlarcasına elini kaldırıp onun sesiyle uyumlu şekilde derin ve yavaş bir sesle cevap verdi:
“Huzur seninle olsun, haham. Ben Yahuda’nın oğluyum, sana cevap vereyim. Bilirsin bir zamanlar Dan kavminin toprakları olan Beth-Dagon’da oturuyorum ben.”
“Ve Modin’den Yafa’ya gidiyorsun.” dedi Yusuf.
“Demek Beth-Dagon’a gittin.” dedi adam, yüzü daha da yumuşayarak. “Gezginleriz biz! Yıllardır babamız Yakup’un dediği gibi Ephrath’tan uzaktayım. Bütün Yahudilerin doğdukları şehirlerde sayılacakları duyurusu yapılınca geldim.”
“Ben ve karım da onun için geldik.” diye cevap veren Yusuf’un yüzü bir maske kadar donuktu.
Meryem’e bakan yabancı sesini çıkarmadı. Meryem Gedor’un çıplak tepesine bakıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, menekşe rengi gözlerini dolduruyordu. Aralık dudaklarında soluğu titriyordu. O anda bütün insani güzelliği saflaşmış gibi görünüyordu.
“Ne diyordum? Ah! Hatırladım. Buraya gelme emrini duyunca sinirlendiğimi söyleyecektim. Sonra tepeyi ve kenti, Kidron’un derinliklerine doğru inen vadiyi, şarapları ve meyve bahçelerini, tahıl tarlalarını, çocukluğumda benim için dünyanın duvarları olan bildik dağları -buradaki Gedor, oradaki Gibeah ve Mar Elias- düşündüm ve zalimleri affedip karım Rachel ve çocuklarımız Deborah ve Michal’le buraya geldim.”
Adam tekrar duraklayıp kendisine bakıp dinlemekte olan Meryem’e baktı. Sonra, “Haham, karın benimkinin yanına gitmez mi? Orada, yolun kıyısındaki zeytin ağacının altında çocuklarla birlikte duruyor. Sana söyleyeyim…” Yusuf’a döndü: “Han doldu. Kapıda sormanın bir faydası yok.” dedi.
Yusuf’un niyeti de zihni gibi acelesizdi; kısa bir tereddüt geçirdi ama sonunda, “Çok nazik bir teklif. Handa bizim için yer olsa da olmasa da sizinkilerin yanına gideriz. Önce gidip kâhyayla kendim konuşayım. Hemen dönerim.” dedi.
Eşeğin yularını yabancının eline tutuşturup hareketli kalabalığın içine daldı.
Kâhya kapının dışında, sedir ağacından büyük bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Arkasındaki duvara bir mızrak dayanmıştı. Yanındaki kütüğün üzerinde bir köpek oturuyordu.
“Yahuda’nın huzuru seninle olsun.” dedi Yusuf, sonunda kâhyanın karşısına dikilince.
“Dileklerin misliyle senin olsun.” diye cevap verdi kâhya ciddiyetle, ama hiç kıpırdamadan.
“Ben Beytüllahimliyim.” dedi Yusuf, en ölçülü hâliyle. “Acaba bizim için bir yer…”
“Hiç yok.”
“Belki adımı duymuşsundur, Nasıralı Yusuf. Burası atalarıma ait. Ben Davut soyundan geliyorum.”
Bu sözler Nasıralının umudunu taşıyordu. Eğer başarılı olmazsa, yalvarmaları boşuna olacaktı, para teklif etmek bile. Yahuda’nın oğlu olmak kavimsel açıdan önemli bir şeydi, Davut’un soyundan olmak da başka bir