“Ben de sana aynı şeyi diliyorum.” Haham durakladı, kadına bakarak ekledi. “Sana, evine barkına ve bütün yardımcılarına.”
Bu son sözleri söylerken elini göğsüne koyup kadına başını eğdi, bu arada kadın da onu görmek için kısa bir süreliğine örtüsünü geri çekip yüzünü gösterdi. Böylelikle selamlaşanlar sanki dudaklarına götürecekmiş gibi birbirlerinin sağ ellerini yakaladılar, ama son anda bırakıp her biri kendi elini öptü, sonra da avucunu alnına koydu.
“Kıyafetlerin o kadar az tozlanmış ki…” dedi Haham, samimiyetle. “Geceyi babalarımızın şehrinde geçirdiğin anlaşılıyor.”
“Hayır.” dedi Yusuf. “Gece olmadan ancak Bethany’ye kadar gelebildik, orada bir handa kaldık, şafak vakti tekrar yola koyulduk.”
“Demek önünüzde uzun bir yol var, umarım Yafa’ya kadar değildir.”
“Beytüllahim’e kadar.”
O ana kadar hahamın açık ve dostça olan yüzü asılıp meymenetsiz bir hâl aldı; öksürük yerine bir homurtuyla boğazını temizledi.
“Evet, evet, anlıyorum.” dedi. “Beytüllahim’de doğmuşsun, şimdi de Sezar’ın emrettiği gibi vergi için yazılmak üzere kızınla beraber oraya gidiyorsun. Yakup’un çocukları Mısır’daki aşiretler gibiler, ne Musaları var ne de Yuşaları. Güçlüler nasıl da yere serildi!”18
Yusuf hiç istifini bozmadan cevap verdi:
“Bu kadın benim kızım değil.”
Ama haham siyasi fikirlere takılı kalıp açıklamaya hiç aldırmadan sözlerine devam etti, “Zealotlar Celile’de neler yapıyorlar?”
“Ben marangozum, Nasıra da bir köy.” dedi Yusuf, tedbirli bir şekilde. “Benim tezgâhım herhangi bir şehre giden yolun üzerinde değil. Ahşap yontmak ve tahta kesmek, parti tartışmalarına katılacak zaman bırakmıyor bana.”
“Ama sen Yahudi’sin.” dedi haham, ısrarla. “Yahudi’sin ve Davut’un soyundansın. Eski geleneklere göre Yehova’ya verilen paradan başka bir vergi ödemekten haz duyuyor olamazsın.”
Yusuf sessizliğini korudu.
“Benim vergilerin miktarından bir şikâyetim yok.” diye devam etti arkadaşı. “Dinarın ne önemi var ki. Ama yok! Vergi yüklenmesi hakarettir. Hem ayrıca vergi ödemek zulme itaatten başka bir şey değildir. Söylesene Yahuda’nın Mesih olma iddiası doğru mu? Sen onun taraftarlarının içinde yaşıyorsun.”
“Taraftarlarının onun Mesih olduğunu söylediklerini duydum.” dedi Yusuf.
O anda kadının örtüsü kenara çekilip bir an için yüzü açıkta kaldı. Hahamın gözleri ona doğru çevrildi ve yoğun bir ilgiyle parlayan, sonra da yanaklarına ve alnına kırmızılık yayılan nadir güzellikteki yüzü görecek zamanı buldu. Ve örtü tekrar yerine geri çekildi.
Politikacı nerede kaldığını unuttu.
“Kızın çok alımlı.” dedi, sesini alçaltarak.
“O benim kızım değil.” diye tekrarladı Yusuf. “Beytüllahimli Yohakim ve Anna’nın kızı, çok ünlüler, mutlaka duymuşsundur…”
Nasıralının hızlı açıklamasını duyunca hahamın merakı daha da arttı.
“Evet.” dedi, saygılı bir şekilde. “Biliyorum onları. Davut’un soyundan geliyorlardı. Çok iyi tanırdım.”
“Öldüler.” diye devam etti Nasıralı. “Nasıra’da öldüler. Yohakim varlıklı değildi, kızları Marian ve Meryem arasında pay edilecek bir ev ve bahçe bıraktı sadece. O da bu kızlardan biri. Yasa gereği kendi payını koruması için yakın akrabadan biriyle evlenmesi gerekiyordu. Benimle evlendi.”
“Demek sen de…”
“Onun amcasıyım.”
“Evet, evet! İkiniz de Beytüllahim’de doğduğunuz için Romalılar onu da sayılmak üzere oraya götürmek zorunda bırakıyor seni.”
Haham ellerini kavuşturup öfkeyle gökyüzüne bakarak, “İsrail Tanrı’sı hâlâ yaşıyor! Bu onun intikamı!” dedi.
Bunu dedikten sonra birdenbire dönüp uzaklaştı. Yusuf’un şaşkınlığını gören yakınlardaki bir yabancı, sakin bir sesle, “Haham Samuel bir Zealot’tur.19 Yahuda kendisi bile ondan daha hiddetli değil.”
Adamla konuşmak istemeyen Yusuf duymamış gibi yaparak eşeğin etrafa saçtığı otları küçük bir yığın hâlinde topladı, sonra tekrar bastonuna dayanıp bekledi.
Bir saat sonra ikili, kapıdan geçip sola dönerek Beytüllahim yolunu tuttular. Hinnon Vadisi’ne iniş engebeli ve yer yer dağılmış yabani zeytin ağaçlarıyla süslüydü. Nasıralı elinde eşeğin dizginleri kadının yanında dikkatle ve nazikçe yürüyordu. Sol taraflarında Sion Dağı’nın etrafından güneye ve doğuya uzanan şehir duvarları yükseliyor, sağ taraflarında ise vadinin batı sınırını oluşturan sarp çıkıntılar yer alıyordu.
Yavaş yavaş Gihon Nehri’nin aşağı göletini geçtiler, güneş tepenin gölgesini hızla küçültüyordu. Süleyman’ın havuzları üzerindeki kemerli köprülerin paralelinden ilerlediler ağır ağır, şimdilerde Kötü Nasihat Tepesi olarak anılan tepe üzerindeki köy evine kadar geldiler; oradan Rephaim ovasına çıkmaya başladılar. Güneş tüm parlaklığıyla bildik çevrenin taşlı yüzeyine vuruyordu. Onun etkisiyle Yohakim’in kızı Meryem örtüsünü tamamen indirip başını açtı. Yusuf ona, oradaki bir kampta Davut tarafından şaşkınlığa uğratılan Filistinlilerin hikâyesini anlattı. Ciddi bir yüz ifadesi ve sıkıcı bir adamın cansız tavrıyla bıktırıcı bir şekilde konuşuyordu. Kadın pek dinlemiyordu.
İnsanoğlunun karada, gemilerin de denizde gittikleri her yerde Yahudilerin yüzü ve endamları tanıdıktır. Irkın fiziki görünümü hep aynıdır; ama yine de bazı bireysel farklılıklar vardır. “O kırmızı yanaklı ve güzel yüzlüydü.” Jesse’nin oğlu Samuel’in karşısına getirildiğinde işte böyleydi. O zamandan beri insanoğlu böyle tasvir ediliyordu. Şiirsel anlatım atalarının özelliklerini onun ünlü soyuna kadar getirir. Süleymanlarımızın yüzleri ve saçları açık renk, kestane rengi sakalları güneşte altın ışıltılıdır. Abşalom’un buklelerinin de bu şekilde olduğuna inandırıldık.
Meryem on beşinden fazla değildi. Vücudu, sesi ve tavırları genç kızlıktan geçiş dönemini gösteriyordu. Yüzü oval, teni solgundu. Kusursuz bir burnu vardı ve hafif aralık duran dolgun dudakları ağzının hatlarına sıcaklık ve yumuşaklık katıyordu. Göz kapakları ve uzun kirpikleriyle gölgelenen iri gözleri maviydi. Hepsiyle uyumlu olan Yahudi gelinlerine özgü altın saçları oturduğu eyerin arkasına kadar özgürce dökülüyordu. Boynu sanatçıları bile kuşkuda bırakacak kadar nadir görülen bir yumuşaklıktaydı. Yüz hatlarının bu çekiciliğine, ancak ruhun açığa vurabileceği bir saflık ve elle tutulamaz şeylere özgü bir soyutluk gibi tarifsiz diğerleri de ekleniyordu. Titreyen dudaklarla, gözlerini gökyüzüne doğru kaldırıyor, sık sık ellerini tapınır ve dua eder gibi göğsünde kavuşturuyor, sanki kendisini çağıran bir sesi hevesle dinliyormuş gibi başını uzatıyordu. Zaman zaman Yusuf ağır ağır konuşmasının arasında ona bakmak üzere dönüyor, kadının yüzünü bir ışıkla alevlendiren ifadesini görünce lafını unutup başını eğerek yürümeye devam ediyordu.
Büyük ovanın kenarından geçip