Sözler etkisiz kalmadı. Kapı görevlisi kütüğün üzerinden indi, sakalını sıvazlayarak, “Haham, bu kapının bir yolcuyu içeri almak için ilk kez ne zaman açıldığını bilmiyorum ama bin yılı geçmiştir. Bunca zaman boyunca içeride yer varken iyi bir adamın geri çevrildiği hiç olmamıştır. Eğer bir yabancıya böyle yapılmışsa, Davut’un soyundan gelen birine hayır diyen kâhyanın haklı gerekçesi vardır. Seni tekrar selamlıyorum, eğer benimle gelirsen evde hiç konaklayacak yer olmadığını sana gösteririm, ne odalarda ne girintilerde ne de meydanda, hatta damda bile. Ne zaman geldiğini sorabilir miyim?”
“Şimdi.”
Kâhya güldü.
“ ‘Seninle konaklayan bir yabancı, aileden biri gibidir ve onu kendinden biri gibi seveceksin.’ der yasalar, değil mi haham?”
Yusuf sessizdi.
“Eğer yasa böyleyse, uzun zaman önce gelen birine, ‘Sen yoluna git, burada senin yerini alacak bir başkası var.’ diyebilir miyim?”
Yusuf sükûnetini koruyordu.
“Eğer böyle söylersem burası kime ait olur? Şu bekleyenlere bir baksana, bazıları öğleden beri bekliyor.”
“Bütün bu insanlar kim?” diye sordu Yusuf, kalabalığa dönerek. “Bu saatte neden buradalar?”
“Kuşkusuz seni buraya getiren neden yüzünden, Haham, yani Sezar’ın buyruğu.” kâhya Nasıralıya sorgulayan bir bakış attı. Sonra devam etti, “Evde kalacak yer bulanların çoğunu buraya getiren o. Dün Şam’dan Arabistan’a ve Aşağı Mısır’a giden bir kervan geldi. Burada gördüklerin o kervandan erkekler ve develer.”
Yusuf hâlâ ısrarlıydı.
“Meydan oldukça geniş.” dedi.
“Evet, ama yükler yığılı, ipek balyaları, baharat torbaları, her türlü mal.”
Sonra bir an için Yusuf’un yüzü duygusuzluğunu kaybetti, fersiz gözleri yere dikildi. Hararetle, “Kendim için aldırdığım yok, ama yanımda karım var, gece soğuk, bu yüksekliklerde hava, Nasıra’dan da soğuk oluyor. Açık havada yaşayamaz ki. Kentte hiç yer yok mu?”
“Bu insanların…” Kâhya elini kapının önündeki kalabalığa doğru salladı. “Hepsi kenti araştırdılar, kalacak yerlerin hepsinin dolu olduğunu söylediler.”
Yusuf yine zemini inceledi, kısmen kendi kendine, “O çok genç! Onu tepede yatırırsam soğuktan ölür.”
Sonra tekrar kâhyayla konuştu.
“Belki ana-babasını da tanıyorsundur, bir zamanlar Beytüllahim’den olan Yohakim ve Anna, tıpkı benim gibi Davut soyundan.”
“Evet, tanıyorum. İyi insanlardı. Gençliğimdeydi.”
Bu sefer kâhyanın gözleri düşünceli bir şekilde zemini araştırdı. Birdenbire kafasını kaldırdı.
“Eğer yer bulamazsam…” dedi. “Sizi geri çeviremem. Haham, sizin için elimden geleni yapacağım. Kaç kişisiniz?”
Yusuf biraz düşünüp cevap verdi, “Karım ve bir arkadaşla ailesi, Yafa yakınlarındaki küçük bir kent olan Beth-Dagon’dan geliyorlar, hepimiz altı kişiyiz.”
“Çok iyi. Hemen getir onları; biliyorsun güneş dağın arkasına indiğinde çabucak akşam oluyor, şimdi neredeyse dağın ardında.”
“Evsiz yolcunun ve konuklarının hayır dualarını sunuyorum.”
Böyle diyen Nasıralı sevinç içinde Meryem’in ve Beth-Dagonluların yanına gitti. Kısa bir süre içinde Beth-Dagonlu eşeklerin üzerindeki kadınlarla beraber geldi. Karısı tombuldu, kızları da annelerinin gençliğine benziyorlardı. Kapıya doğru yaklaşırlarken, kâhya onların aşağı sınıftan olduklarını anladı.
“Sözünü ettiğim kadın bu.” dedi Nasıralı. “Bunlar da arkadaşlarımız.”
Meryem’in örtüsü kalkmıştı.
“Mavi gözler, altın sarısı saçlar.” diye mırıldandı, onu gören kâhya kendi kendine. “Saul’un huzurunda şarkı söylemeye giden genç krala benziyor.”
Sonra Yusuf’un elinden eşeğin yularını aldı ve Meryem’e, “Huzur seninle olsun, Davut’un kızı!” dedi. Diğerlerine dönüp, “Huzur hepinizle olsun!” dedi. Sonra Yusuf’a döndü, “Haham, beni takip edin.”
Grup taşla kaplı geniş bir geçide yönlendirildi, oradan hanın meydanına geldiler. Bir yabancı için bu görüntü çok tuhaf olabilirdi. Her taraftan açılan karanlık girintileri ve meydanı fark ettiler, ne kadar kalabalık oldukları görünüyordu. İstiflenmiş yüklerin arasındaki yoldan ve giriştekine benzer bir geçitten bitişikteki eve geçince yakın gruplar hâlinde bağlanmış, uyuklayan develer, atlar, eşeklerle karşılaştılar. Onların aralarında pek çok bölgeden bakıcıları vardı, onlar da uyuyor ya da sessizce olanları izliyorlardı. Kalabalık avludan yavaşça geçtiler. Sonunda batı tarafından hana nazır, gri kireç taşından tepeye doğru giden bir yola döndüler.
“Mağaraya gidiyoruz.” dedi Yusuf, kısaca.
Yol göstericileri Meryem de yanına gelene kadar bekledi.
“Gideceğimiz mağarada…” dedi Meryem’e. “Atan Davut da kalmış olmalı. Aşağımızdaki çayırdan ve vadideki kuyudan sürülerini geçirirdi. Sonra kral olduğunda dinlenmek için hayvanlarıyla beraber bu eski eve geri geldi. Yemlikler tıpkı onun zamanındaki gibi aynı kaldı. Avluda ya da yol kenarında yatmaktansa onun uyuduğu yere yatak koymak daha iyi olur. İşte mağaranın önündeki ev!”
Bu sözler önerilen yer için bir özür olarak alınmasın. Özür dileyecek bir şey yoktu. Bulunabilecek en iyi yerdi. Konuklar kolaylıkla memnun edilebilecek basit insanlardı. Üstelik o dönemin Yahudileri için mağarada kalmak bildik bir fikirdi, her gün karşılaşılan bir şeydi ve Sebt günlerinde sinagoglarda duyarlardı. Yahudi tarihi ve o tarihte geçen heyecan verici ne kadar çok olay mağaralarda meydana gelmişti! Dahası bu insanlar Beytüllahim Yahudileriydi, onlar için özellikle sıradandı, çünkü onların çevreleri büyüklü küçüklü mağaralarla doluydu, bazıları Emliler ve Horlular21 zamanından beri mesken olmuştu. Götürüldükleri mağaranın bir ahır olması da onlar için bir hakaret değildi. Çoban bir ırkın soyuydular onlar ve alışıldığı üzere hem evlerini hem de dolaştıkları yerleri sürüleriyle paylaşırlardı. İbrahim’den gelen bir gelenekle uyumlu olarak Bedevilerin çadırları atlarına ve çocuklarına korunaklık yapardı. Böylelikle neşe içinde kâhyaya itaat ettiler ve sadece doğal bir merakla etrafa baktılar. Davut’un tarihiyle ilişkili olan her şey onlar için ilginçti.
Yapı alçak ve dardı, arkadaki bitişik olduğu kayadan hafif bir çıkıntı yapıyordu, penceresi yoktu. Ön tarafında dev menteşeler üzerinde sallanan ve kalın bir toprakla sıvalı bir kapısı vardı. Kilidin ahşap sürgüsü geriye doğru çekilirken eyerlerin üzerlerindeki kadınların inmelerine yardım edildi. Kapıyı açan kâhya dışarı seslendi:
“Gelin içeri!”
Konuklar içeri girip etraflarına bakındılar. Doğal bir mağara ağzının kapatılmış olduğu hemen belli oluyordu; yaklaşık on iki metre uzunluğunda, iki-üç metre yüksekliğinde, üç-dört metre genişliğindeydi. Kapıdan giren ışık inişli