İmparator Konstantin (275-337), bir hayal görüp de Hıristiyanlığa geçtikten sonra, MS 313’te Milano Fermanı’nı çıkarmış ve Hıristiyanlığı imparatorluk genelinde yasallaştırmıştır. O zamandan itibaren Hıristiyanlık inancı yayılmıştır. Hatta fermandan birkaç nesil sonra Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak paganizmin yerini almıştır. Dört yüz yıl içinde, birkaç hoşnutsuz Yahudi’nin benimsediği yasadışı bir inanç olmaktan çıkarak bir imparatorluk dinine dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu MS V. yüzyılda yıkılmıştır ama Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya devam ederek kıtaya birlik getiren bir inanç olmuştur.
Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi halen Vatikan Şehri’nde, bir zamanlar Hıristiyanların aslanlara yem edildiği amfitiyatronun kalıntılarından yalnızca birkaç sokak ötesinde bulunmaktadır.
1. Konstantin’in Hıristiyan olması, kendi ailesinden birçok kimsenin de aralarında bulunduğu siyasi düşmanlarının çoğunu öldürmekten onu alıkoymamıştır. Konstantin otuz bir yıllık hükümdarlığı boyunca kaynını, ikinci eşini ve en büyük oğlunu öldürtmüştür.
2. Roma’dan çok sıkılan ve bu şehrin imparatorluğu için uygun bir başkent olmadığını düşünen Konstantin, Avrupa’nın Asya ile buluştuğu yerde, Hellespont’ta bir şehir kurmuştur. Şehir ilk başta Yeni Roma olarak adlandırılmış, ama sonraları imparatorun şerefine Konstantinopolis olarak anılır olmuştur. Şimdiyse modern Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul olarak bilinmektedir.
3. İmparator Konstantin, Romalıların asırlarca hayranlıkla takip ettiği gladyatör dövüşlerini kaldırtmıştır. Yine de dövüşler yasadışı olarak bir süre daha devam etmiştir.
Modernizm
Edebiyatta kabaca 1900’lerden 1940’a kadar yıldızı parlayan modernist akımda, yazarlar hikâye anlatmanın yeni yollarını keşfettiler ve nesnel gerçeklik ile hakikatin en iyi nasıl ortaya çıkarılacağı sorusuna yeniden kafa yordular. Marcel Proust, Gertrude Stein, James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner gibi yazarlarla T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi şairler, edebiyat alanında modernizmin en önemli şahsiyetleri arasındadır.
1800’lerin sonlarında, Batı edebiyatına gerçekçilik egemen olmuştur. Gustave Flaubert, Theodore Dreiser, Emile Zola ve dönemin diğer romancıları; karakterleri, durumları ve sosyal şartları tüm detaylarıyla bire bir tasvir etmeye çalışmışlardır.
Ancak 21. yüzyılın başlarında birçok alanda ortaya atılan devrimci fikirler, gerçekliği saptayıp tarif edebilme becerilerimizi, hatta öncelikle nesnel bir gerçekliğin var olup olmadığını sorgulamayı gerektirmiştir. Psikoloji alanında Sigmund Freud bilinçaltı düşüncesini incelemiş, insan zihninin ve benliğinin sadece psikanaliz yoluyla bilinebileceğini iddia etmiştir. Dilbilimde Ferdinand de Saussure dilin keyfî ve güvenilmez bir kültürel yapı olduğunu öne sürmüştür. Antropolojide Sir James Frazer, Batılı olmayan kültürler ve dinler üzerine yapılan çalışmalara derinlik katmış, Batı’nın bakış açısına alternatifler sunmuştur. Ayrıca fizikte Albert Einstein’ın görelilik kuramı, zaman ve uzayın mutlak görünen ilkelerini bile çürütmüştür.
Genel olarak birbirinden tamamen farklı bu fikirlerin edebiyat ve sanat dünyasına inanılmaz etkileri olmuştur. 1800’lerin gerçekçileri dünyayı en doğru şekilde resmetmeye odaklanırken, bir süre sonra modernist diye adlandırılacak olan 1900’lerin yeni yazar ve sanatçıları, nesnel hakikat mevcut değilse gerçekliğin doğru bir şekilde nasıl anlatılacağı sorusuyla meşgul olmuşlardır.
Modernist yazarlar bu sorunun üstesinden gelmek için birçok denemede bulunmuşlardır. Önemli yeniliklerinden biri, bir karakterin düşüncelerini yazarın hiçbir müdahalesi olmaksızın kelimesi kelimesine aktarma girişimi olan bilinç akışı yöntemiydi. Bu teknik Joyce’un Ulysses’inde (1922), Woolf’un Mrs. Dolloway’inde (1925) ve Faulkner’ın Ses ve Öfke’sinde (1929) görülür. Bazı yazarlar nesnel gerçekliğe olabildiğince yaklaşmak için, öznel hikâyeleri üst üste yığarak ya da birbirleriyle kıyaslayarak aynı olay veya görüntüyü birkaç farklı açıdan tarif etmeyi denemiştir. Woolf’un Deniz Feneri (1927) bu yaklaşımın önemli bir örneğidir. Başta Stein olmak üzere bazı modernistler de sözcüklerin nüanslarını keşfetmek için Stein’ın “ısrar” diye adlandırdığı yinelemelere başvurarak ve başka teknikler kullanarak dilde radikal deneyler yapmışlardır. Hemen hemen tüm modernistler eserlerinde zamanın akışıyla oynamış, çizgisel zamanı görmezden gelmiş ve aniden geçmişe, şimdiye ve geleceğe sıçramışlardır. Modernist roman, hikâye ve şiirleri zaman zaman haklı olarak “anlaşılması güç” gösteren de bu tekniktir.
Gotik Sanat
Gotik çağ XII. yüzyılda, Fransa’da Paris ve çevresindeki taşrayı da kapsayan bir bölge olan Ile’de yeni bir mimari türün gelişmesiyle başlamıştır. Bu tür, 1250 yılıyla beraber hem heykel hem de resim sanatını etkileyerek Avrupa’nın birçok kısmına yayılmıştır.
“Gotik” sözcüğü İtalya’da türetilerek ilk başta mimari tarzla Roma İmparatorluğu’nu istila edip yok eden Gotlarla ilişkilendirilerek olumsuz bir çağrışım taşımıştır. Öte yandan, Gotik dönem sanatçıları kendi eserlerini modern eser anlamına gelen opus modernum veya Fransız eseri anlamına gelen opus francigenum olarak adlandırmışlardır.
Paris’in hemen kuzeyinde yeniden inşa edilen Saint-Denis Abbey Kilisesi genelde Gotik mimarinin ilk örneği olarak düşünülmektedir. 1137 ile 1144 yılları arasında Abbot Suger kilise için yeni bir koro alanı yaptırdı. Binanın yapımında daha büyük camlarla daha uzun kemerler kullanıldı ki bu da binayı daha önceki Roma mimari tarzının kasvetli katılığına güçlü bir zıtlık oluşturarak daha azametli ve daha hafif gösterdi.
Gotik mimari yapımının 1163’te başladığı Paris’teki Notre Dame ve 1194’ten 1140’a kadar yeniden inşa edilen Chartres’teki Notre Dame’da tam anlamıyla gelişme göstermiştir. Binanın ağırlığını dışarıdan desteklemek için dayanma kemerleriyle dış kemerler dikilmiştir. Böylelikle bu büyük ve ağır yapılarda kesilen duvarlara koymak için daha fazla vitray pencereler kullanıldı ve dolayısıyla iç alan daha parlak ve renklerle daha göz alıcı bir hale geldi.
Gotik mimari Fransa’nın dışında, yapımına 1220’de başlanan Salisbury Katedrali’nde ve yapımına 1310 civarında başlanan İtalya’daki Orvieto Katedrali’nde etkili oldu.
Kuzey Avrupa’da Gotik resimler en çok, Limburglu üç erkek kardeş tarafından 1413 ve 1416 yılları arasında resimlenen Les Tres Riches Heures du Duc de Berry isimli görselleriyle ünlü elyazması kitapta olduğu gibi, kitap resimlerinde ve vitray pencerelerde görüldü. Öte yandan İtalya’da Gotik tarz Giotto ve Simone Martini’nin resimlerinde kendisini açıkça gösterdi.
Heykeller Almanya’daki Naumburg Katedrali’nde veya Chartres’daki muhteşem kapı girişlerinde görülebilen Gotik katedrallerin hem iç hem de dış bölümlerinin dekorasyonunda yaygın şekilde kullanıldı.
Gotik tarz XVI. yüzyılın