“Aşüfte,” dedi, “benim halvetim senin için bir saadettir. Bana mani olma. Saçlarını dök. Göğsünü aç. Bak kalbim nasıl çarpıyor! Gerçekten, senden çok hoşlandım. Turunçlarını boynuma sür. Haydi, durma!”
Şekerpare, Padişahın zayıf damarını bulunca, her zaman ele geçmeyen bu fırsatı kaçırmak istemedi.
“Padişahım,” dedi, “benden hoşlanıyorsunuz ama, bana hiç iltifat etmiyorsunuz! Benim diğer hasekilerden ne eksiğim var? Boyum, posum, yüzüm hepsinden güzel değil mi? Biricik Şekerpare’niz de diğer hasekileriniz arasında bulunursa ne olur?”
Bu sözler üzerine Padişah sokağa çıkmaktan vazgeçti, hemen bir eğlence tertip etti, nar şerbetleri amberler sırayla Padişahın dairesine getirildi. Keyfi yerinde olan Padişahla cariyesi baş başa kalınca sabaha kadar eğlendiler. Sabahleyin güneş doğarken, geceki eğlencenin yorgunluğuyla bitkin bir halde yatağında yatan Padişahın huzuruna Kızlarağası geldi.
Kızlarağasını gören Sultan İbrahim, genç cariyesi Şekerpare’ye hitaben “Senin ismin de bundan sonra Şekerpare Sultan olsun!” dedi. Şekerpare, bu sözlerini duyunca Efendisinin ayaklarına kapanarak teşekkür etti.
Kızlarağası duydukları karşısında şaşkınlığından neredeyse küçük dilini yutacaktı. Cariye Şekerpare bir anda Padişah karısı olmuştu!
Kızlarağası gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu.
Nasıl inansın ki? Şekerpare’nin daha üç gün evvel bizzat Padişah tarafından eski vezirlerden birinin oğluna verilmesi emredilmişti.
Hâlbuki Şekerpare, vezir oğluna varmak istemiyordu. Onun en büyük emeli sultan olmaktı.
Genç kızın böyle bir istekte bulunma hakkı vardı. Öyle ya. Genç kız neden sultan olmasındı?
Şekerpare’nin diğer hasekilerden ne farkı vardı? Diğerleri kadar terbiyeli, hatta hepsinden daha güzel ve sevimliydi.
Şivekâr Kadın, Üsküdar sokaklarından saraya getirilir ve resmen Padişah karısı olur da sülün gibi zarif, güzel Şekerparecik neden sultan hanım olamazdı?
Padişahın dairesine cariye olarak giren Şekerpare’nin, sultan olarak çıktığını duyan diğer cariyeler ve hasekiler hemen kıskançlığa ve dedikoduya başladılar:
“Ben size söylemedim mi, bu şırfıntıyı Hünkârın yanına sokmayalım diye?”
“Efendimiz de bu maskaranın neresini sevmiş, bilmem ki.”
“Zaten, devlet kuşu böyle miskinlerin başına konar!”
“Bu habere inanmak için deli olmalı!”
“Neden?”
“Nedeni var mı a canım? Padişah, Şekerpare’yi, daha üç gün önce Hüseyin Paşa’nın oğluna vermedi mi?”
“Hünkârın keyfinin kâhyası değiliz ya. O gün verdiyse, bugün de geri alması güç bir iş değil!”
“Ah Yarabbi. Ne saadet bu? Bir günlük sultanlık için, bütün ömrümü veririm.”
“Deli!”
“Ben, sen. Hepimiz deliyiz. Bir kişi dışında…”
“O da kim?”
”Turhan.”
“Haaa. Şu Rus dönmesi mi?”
“Beğenemedin mi?”
“Nesini beğeneyim?”
“Şeytanlıkta hepimizi geride bıraktı. Arasıra Efendimizin iltifatına da mazhar oluyor. Şivekâr’la arası açık olduğu halde, Padişah onu hoş görüyor.”
Şekerpare, bu dedikoduları duyunca daha önceki bir iftira olayında bir gecelik halvet karşılığında kendisini kurtaran Sadrazam Mehmet Paşa’nın yanına koşarak:
“Aman Paşacığım, bir halvete daha razıyım, yeter ki şu kadınları susturmanın bir çaresini bulun!” dedi.
Sadrazam Mehmet Paşa, Şekerpare’ye teminat verdi.
“Yavrum,” dedi, “onların ağzını ben kapatırım ama sen de böyle, ara sıra hatırımı sormaya gelirsin. Beni unutmazsın, tamam mı?”
Şekerpare, Mehmet Paşa’nın odasında iki saatten fazla kaldıktan sonra çıkıp gitti.
Hâlbuki Mehmet Paşa’nın, kadınlar üzerinde hiç de nüfuzu yoktu. Hasekilere ayrı ayrı rica etse bile, sarayda her gün bin fitne icat eden yüz elli cariyenin ağzına nasıl kilit vuracaktı?
Turhan Sultan Zindanda
Hamza Bey iki günden beri ortalarda gözükmüyordu. Kösem Sultan, sevgili Ferahfeza’sının başsız bedenini görünce, derhal Padişaha giderek “Ferahfeza’yı öldürmüşler. Turhan’dan şüphe ediyorum!” demişti. Valide Sultan, Turhan’ı sevse de böyle bir olay karşısında sessiz kalamazdı.
Padişah da, Ferahfeza’nın ölümüne önem vermedi. Kösem Sultan da Turhan’ı tamamıyla ele vermek istemediğinden;
“Ben hakikati araştırıyorum. Kesin sonucu alıncaya kadar ferman buyurunuz da Turhan’ı bir müddet menetsinler” dedi.
Padişah “Pekâlâ. Öyle olsun!” dedi.
O akşam Turhan Sultan’ı yakaladılar ve zindana attılar. Sultan İbrahim, Turhan’ı tamamıyla ihmal etmek istemediğinden, annesine:
“Bu cinayeti benim aklım almadı. Turhan, geçen sene havuz başında ufak bir güvercini bile kesememişti! Böyle bir elmaspâreye nasıl kıydı acaba?” demiş ve her zamanki gibi alın hainin başını tarzında muamele etmemişti.
Turhan Sultan’ı zindana attıkları günün akşamı, sarayda Şivekâr Sultan tarafından muhteşem bir ziyafet tertip edildi.
Sultan İbrahim bu ziyafette sancılanıp yatağına yatırıldı.
Şivekâr Sultan, Padişahın bu ani rahatsızlığıyla meclisten uzaklaşmasına memnun oldu. Bir kolunu Şekerpare’nin diğer kolunu da Dilâşup Sultan’ın omuzuna atan Pdişah odasına götürülüp yatağına yatırılınca Dilâşup Sultan masallarla Padişahı eğlendirmeye, Şekerpare de elindeki yelpazeyle onu rahatlatmaya çalışıyordu.
Sultan İbrahim, Şivekâr Sultan’ın dairesinden çıkarken “Elmasparem, sen eğlencene devam et, ben biraz rahatsızlandım, odama geçip dinleneceğim” demişti.
Şivekâr Sultan, Padişah odadan çıkınca cariyeleri dağıtıp, müziği durdurmak istedi;
“Efendimiz rahatsızlandı. Görmüyor musunuz? Saz, söz, her şey duracak!” diye söylenirken, kadına ve eğlenceye bir türlü doymak bilmeyen çılgın hükümdar, hastalandığı halde bile, saz ve kadın sesinin durmasını istemiyordu.
“Kapıları açık bırakın. Müziğin sesini yattığım yerden işiteyim!” diye emir veren Padişah bu sözü söylerken baygınlık geçiriyordu.
Padişahın emriyle devam eden eğlencede Şivekâr Sultan, Turhan Sultan’ın zindana atılmasından o kadar memnundu ki, mütemadiyen şarap içiyor, amber tütsüsü ile odanın havasını zehirlemeye çalışıyordu.
Saz devam ederken Şivekâr Sultan, dalında çatlayan olgun nar gibi memelerini şarapla yıkayan cariyelere “Padişah bana Şam eyaletini hediye etti ama” dedi, “Mısır hazinelerini galiba başka bir Hasekiye ihsan edecek!”
Şivekâr Sultan, bu korkusunda haklıydı, çünkü