Hatta bir gün Şivekâr Sultan, Behram Ağa’nın bulduğu çok kıymetli bir samuru Kösem Sultan’ın Padişaha hediye ettiği öğrenince hemen Artin’den daha kıymetli bir samur bulmasını istemişti. Ablasından beklentileri olduğu için bir dediğini iki yapmayan Ar-tin, hemen istenilen samuru ayarladı. Artin’in getirdiği samur gerçekten de İstanbul’daki samurların en büyüğü ve en güzeliydi.
O günlerde Padişah tarafından iltifat görmeyen Şivekâr Sultan, Artin’in getirdiği bu büyük samuru atlas bir bohçaya sararak Kızlarağasının koluna verdi. Kendisi de Kızlarağasını peşine takıldı ve Padişahın dairesinin kapısına gittiler. Onlar kapıya geldikleri sırada bostancılar kapının önünde nöbet tutuyordu.
Şivekâr Sultan bostancıların nöbet tutmasından, Hünkârın içerde bir kadınla meşgul olduğunu derhal anladı, fakat sesini çıkarmadı ve hiçbir şey anlamamış gibi görünerek, Kızlarağasına hitaben:
“Haydi, ne duruyorsun? Efendimizin emanetini götür ve bizzat kendisine teslim et. Seni bekliyorum!” dedi.
Bu telkin üzerine Kızlarağası huzura girdi.
Padişah bu sırada Şekerpare’ye sarılıp dolanmıştı. Sultan İbrahim, böyle heyecan dakikalarında irade ve muhakemesini tamamen kaybederek kendinden geçer, ne yapacağım bilmezdi
Kızlarağasını karşısında görünce, sinirden gözleri döndü.
“Kelleni uçurtmaya mı geldin hınzır fellâh?” diye haykırdı.
Korkudan dudakları çatlayan Arap, cellâdın elinden başını kurtarmak için, hemen bohçayı açarak “Padişahım, kölenizi mazur görünüz,” dedi, “size dünyanın en güzel ve en kıymetli samurlarından birini getirdim. Ümit ederim ki, Mısır püskülü gibi parıldayan şu güzel samur, yatakta duyduğunuz zevke bedeldir!”
Bu sözleri duyan Sultan İbrahim, baygın nazarlarını samurun üzerinde gezdirmeye başladı.
“Çevir bakayım. Biraz beri gel!”
Kızlarağası yatağın kenarına kadar sokularak, elinde tuttuğu samuru evirip çevirmeye başladı.
Şekerpare yatakta, utancından yüzünü örtmüştü.
“Sevgili Padişahım, samurla sonra meşgul olursunuz!” diye mırıldandı.
Ancak sarı bir samur parçasını koynundaki, sarayın en güzel ve işvebaz kadınına tercih edecek kadar çılgınlık gösteren Padişah, birden yataktan fırladı.
Şehvet kaynağına benzeyen gözlerini ovuşturarak sordu.
“Ben bu kadar güzel bir samur parçasını ilk defa görüyorum. Bu kıymetli hazine senin eline nereden geçti?”
Ve samuru göğsüne koyarak, bir çocuk gibi sevip öpmeye başladı.
“Bak Şekerpare, bak! Sen böyle parlak ve uzun tüylü samur gördün mü? Sıhhatli bir çocuk kadar sevimli… Âdeta insanın yüzüne gülüyor.”
Şekerpare, hasekilerin en az zengin olanıydı. Onun üç beş parça Edirne samurundan başka, hiç de böyle kıymetli bir samuru hiç olmamıştı. Şekerpare bu anı fırsata çevirmek isteyerek,
“Şevketlim,” dedi, “bunu bana ihsan buyurmaz mısınız?”
“Hayır, onu kimseye veremem.”
“Çok sevdim de…”
“Samura ihtiyacın varsa, ben sana bir kaç tane veririm! Fakat bunu yatağımın başına asacağım. Görüyorsun ki, odamda bundan daha kıymetli bir samur yoktur!”
Kızlarağası, Padişahın neşe ve memnuniyetini görerek derin bir nefes aldıktan sonra, kulağına üfler gibi yavaşça “Padişahım, bu samuru Efendimize takdim eden Şivekâr Sultan huzurunuza girmek üzere kapının dışında bekliyor,” dedi.
Samurun büyüsüne kapılıp yataktaki Şekerpare’yi unutan Sultan İbrahim:
“Gelsin” dedi.
Kızlarağası odadan çıktığı zaman, kapıda kimin beklediğini bilmeyen Şekerpare başını yorganın altından çıkararak “Şevketlim beni unuttunuz mu?” diye sordu.
Sultan İbrahim, bir dakika sonra kopacak kıyametin farkında değildi. Titrek sesiyle haykırdı.
“Sus. Başını ört. Sesini kıs ve yorganın altında patla!” Padişah samurla oynarken, Şekerpare sesini kesti ve başını yorganın altına soktu. Şekerpare, odaya kimin gireceğini bilmiyordu. Korku ve heyecan içinde, sinirleri gevşemiş, kalbi tekrar çarpmaya başlamıştı.
Kapı açıldı.
Şivekâr Sultan bir aylık hasretten sonra, nihayet Padişahın huzuruna girmeyi başarmıştı.
Sultan İbrahim, elinde okşadığı samuru göstererek zevcesinin yanına sokuldu.
“Gel bakayım Şivekârım,” dedi, “bu samuru sen nereden ele geçirdin?”
“Paramla bir köylüden satın aldım, Padişahım!
Sultan İbrahim, Şivekâr’ı yanına oturttu.
“De bakalım,” dedi, “bir aydan beri niçin görünmedin?”
“Bir aşüftenin sözüne kapılarak söylediklerinizi unuttunuz mu saadetli Padişahım!”
“Dün ne yaptığımdan haberim yok. Hatırım perişandır. Söyle bakayım, ben ne ettimdi sana?”
Şivekâr fırsatı kaçırmak istemedi:
“Şekerpare’nin sözüne bakarak seni gözüm görmesin defol git demiştiniz! Bundan sonra gazabınıza uğramaktan korktum ve gözünüze görünmemek için köşe bucak kaçtım.”
Sultan İbrahim, yatakta yatan Şekerpare’yi tamamen unutmuştu. Şivekâr’ın boynuna sarılarak dolgun yanaklarından öpmeye ve göğsünü sıkıştırmaya başladı.
“Şöyle açıl, saçıl bakayım, Şivekâr!” dedi. “Ben bu cılız kadınlardan bıktım. Koynuma yılan gibi girip beni zehirliyorlar. Hâlbuki sen şişmansın. Dolgun kalçalarını bir yandan öbür yana çevirmek için hayli zahmet çekiyorsun! Yatakta beni hiç üzmeden, yormadan memnun ediyorsun! Mademki, benim hazinemde eşi olmayan bu samuru bana hediye ettin! Ben de senin şerefine bu akşam Sarı Kameriye altında bir eğlence tertip edeceğim. Hasut kadınlar ve cariyeler senden ne kadar çok hoşlandığıma şahit olsunlar!”
Şivekâr Sultan gidince, Padişah bitap bir halde yatağa düştü ve belini, kollarını ovdurmak için iki halayık çağırttı.
Yorganın altında hiddet ve ıstırabından ne yapacağını şaşırıp öylece kalakalan zavallı Şekerpare, yavaşça başını dışarı çıkardı. Padişah, gözlerini kapamış baygın bir halde yanında yatıyordu.
Genç kadının sabrı tükenmişti.
Öksürdü.
Göğsünü şişirerek nefes almaya başladı.
Sultan İbrahim, gözünün aralayıp yanında yatan kadını görünce Şekerpare’yi hatırlamış ve kendi kendine gülmeye başlamıştı.
Şekerpare, Efendisinin tebessümünden cesaret alarak,
“Üst üste iki defa kalbinizi kırdınız, Padişahım! Özünüzle sözünüz birbirine uymadı. Bizim gibi ince belli gülfidanları yılana benzettiniz. Hâlbuki bir yandan öbür yana çabucak dönemeyen, dolgun kalçalı Ermeni güzeli, bakın Efendimize ne işkence etti!” dedi.
Padişahın