İdama giden bir mahkûm gibi gelmişti köyüne. Bir yabancı gibi yürümüştü köyünün hiç değişmemiş sokaklarında. Bir suçlu gibi kaçmıştı eskiden tanıdığı, onu tanıyan birileriyle karşılaşmaktan. Yolunu değiştirmiş, köyün oldukça dışında kalan evine köyün dışındaki insansız yollardan gitmişti. Otuz senedir kapalı duran evinin kilit vurulmuş kapısını bir hırsız gibi kırıp açmıştı. Bir hayalet gibi dolaşmıştı korkunç anılarla dolu evin içinde. Ve bir çocuk gibi ağlamıştı, divanın altında Filiz’in başörtüsünü bulduğunda.
Karısının mezarını ilk kez ziyaret ettiğinde, ölmek için daha uygun bir zaman ve daha uygun bir yer olamayacağına karar vermişti. O gün orada ölemeyişi, trenin kaçması demekti bir anlamda. Ölüm treni hızla uzaklaşırken, hayat treni girmişti gara. “Umut” adlı tekneyi satın aldığında, hayat trenine binmeyi, yola devam etmeyi seçmişti İhsan da.
Sonsuza dek kaybettiğini sandığı umudu yeniden bulmamın sevinciyle yeni bir yaşamın hayalini kurmuştu. Devam eden iki hafta boyunca da hiçbir gölge düşmemişti bu yeni yaşamın üzerine. Umut, her geçen gün güçlenmişti. İhsan da yeniden yaşayabileceğine, her şeye baştan başlayabileceğine giderek daha çok inanmıştı.
Satın aldığı tekneyi onarırken, kendi yaralarını da sarmıştı sanki. Teknenin yer yer dökülmüş, eskimiş, kirlenmiş boyasını kazırken, ruhuna yapışmış acıları da törpülemişti. Beyaz yağlı boyayla, tekneyi yeniden boyarken, geçmişine ait kalıntıların da üzerini sıvamıştı. “Umut” kelimesini mavi harflerle eski yerine tekrar yazarken, yüreğine de tekrar yazmıştı.
Teknenin boyasının kurumasını sabırsızlıkla beklemiş, bu bekleyiş sırasında da yorgun bedenini dinlendirmişti. Beklemenin ne güzel bir duygu olduğunu hatırlamıştı. O kadar uzun zamandır beklediği hiçbir şey yoktu ki…
Umut’la arkadaş olmalarından sonra son umutsuzluğundan, yalnızlığından da kurtulduğunu hissetmişti.
O son gün Umut’tan ayrıldıktan sonra, köye geldiğinden beri ilk defa uzun, bozuk ve insansız yollardan değil, köyün içinden geçerek döndü evine. Tanıdık birisiyle karşılaşmaktan, göz göze gelmekten ilk defa korkmadı. Belki de bu yüzden kimseyle karşılaşmadı. Akşam yemeğini her zamanki gibi evde bir başına yedikten sonraysa çıkıp kahveye gidecek ve insanların arasına karışacak cesareti kendinde buldu.
Bir kaçak gibi yaşadığı iki haftadır önünden geçmeye bile çekindiği kahveye yaklaştıkça göğsü sıkışmaya başladı. Adımları yavaşladı. Kaçma isteğine bütün gücüyle karşı koymaya çalıyordu. Beyni, yorgunluktan adım atacak hali kalmamış askerlerine durmamalarını, ilerlemelerini emreden sert bir komutan gibi, bacaklarına yürümeye devam etmeleri emrini verdi. Emir büyük yerdendi. Bacakları çaresiz söz dinledi, yürümeye devam etti. Gerçekten de o an, çatışmaya giden bir askeri andırıyordu. Komutan veya er olmasının bir önemi yoktu. Korkuyordu. Ama kaçmayı da kendine yediremiyordu. Savaşmak zorundaydı. Bir kaçak gibi yaşamaktan bıkmış usanmıştı.
Kahvenin camlı kapısını açtı ve savaş alanına girdi. İçerisi kalabalıktı. Düşman askerleri, kahvenin yeşil örtülü masaları başında gruplar halinde oturmuş çay içiyor, muhabbet ediyor, kimi tavla, kimi de kâğıt oynuyordu. Kapı açılıp da dışarının serin havası içeri dolunca, geleni görmek için İhsan’dan yana baktılar. Çoğunluğu için daha önce hiç görmedikleri bir yabancıydı içeri giren, yaşça daha büyük bazıları için ise aralarında yeri olmayan bir katil.
Buz gibi bir sessizlik oldu kahvenin içinde. Kim olduğunu bilen bilmeyen herkes, konuşmayı ve oyun oynamayı bırakmış, İhsan’a bakıyordu. İhsan, derin bir nefes aldı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Sesinin titremesine engel olmaya çalışarak ortaya selam verdi.
“Selamünaleyküm.”
Birinin aleykümselam demesini bekledi. Ama tek bir karşılık gelmedi. Kimse selamını almadı. Buna rağmen hemen pes etmemeye kararlıydı İhsan. İlerledi, boş bir masaya oturdu. Ancak o zaman gördü Cafer’i.
Filiz’in abisi Cafer, tam karşısındaki masada oturuyordu. Tıpkı otuz sene önce, mahkeme salonunda baktığı gibi bakıyordu İhsan’a. Ama öfkenin ateşli parıltısıyla yanmıyordu artık gözleri; kinin buzdan maskesine bürünmüştü. İnsanın kanını donduruyordu bakışlarının soğukluğu.
Üşüdüğünü hissetti İhsan. Gözlerini kaçırdı Cafer ’in gözlerinden. Sandalyesini sobaya yanaştırdı. Kahveciye seslenip bir çay istedi.
Kahveci ocağın arkasında belirdi.
“Çay yok,” dedi.
Mesaj çok açıktı. İhsan’ın yenilgiyi kabul etmekten başka çaresi kalmamıştı. Yavaşça ayağa kalktı, gözlerini kahvenin içinde gezdirdi, meydan okurcasına baktı etrafındaki yüzlere, sonra çıkıp gitmek için kapıya yöneldi.
Birden o sessizlik ve hareketsizlik içinde hiç beklenmedik bir şey oldu. Cafer, zincirinden kurtulmuş vahşi bir hayvan gibi İhsan’ın üstüne saldırdı. İhsan neye uğradığını şaşırmıştı. Cafer’in şiddetle indirdiği darbelere karşılık veremedi. Büzülüp kaldı yerde.
Kimsenin kılı kıpırdamadı. Kahve ahalisi, bir zamanlar idam mahkûmlarının asılmasını, kafalarının koparılmasını meydanlarda toplanıp zevkle izleyen halk gibi, eğlenerek seyrediyordu Cafer’in İhsan’ın ağzını burnunu dağıtmasını. İhsan’ın kim olduğunu bilip hatırlayanlar, “Katil!’’ diyorlardı içlerinden, “Az bile bu ona, çektiği cezalar yetmez günahını karşılamaya.” Onlara göre başına gelen ve gelecek olan her şeyi fazlasıyla hak etmişti İhsan. Yaşadığı kabahatti. En büyük işkenceleri çekerek ölse bile az kalırdı yaptıklarının yanında. Çünkü sadece karısının değil, doğmamış bir bebeğin de katiliydi o.
Cafer kendini tamamen kaybetmiş, bir yandan deli gibi bağırıyor, bir yandan da acımasızca vurmaya devam ediyordu.
“Ne yüzle gelirsin lan sen buraya! Ne yüzle çıkarsın karşıma! Katil herif! Bebek katili!”
İhsan, Cafer’in yakıcı sözlerine sessizliğiyle karşılık verdi.
“Defol git buradan! Defol, yoksa geberteceğim seni!” diye bağırdı Cafer. İhsan’ı yakasından tutup kapıya doğru itti. Mosmor kesilmişti, nefes nefeseydi, gerçekten de İhsan’ı öldürmemek için zor tutuyordu kendini. Elini bir bebek katilinin pis kanına bulamak istemiyordu.
İhsan, güçlükle yerden kalktı. Yüzünde açılan yaralar, gözlerinin önünde kandan bir perde oluşturmuştu. O perdenin ardından, zavallı gözlerle baktı etrafına. Sonra döndü. Camlı kapıyı açtı. Başı dik girdiği kapıdan, başı önüne eğik çıkıp gitti.
Gösteri sona ermişti. Kötü adam cezasını bulmuş, seyirciler tatmin olmuşlardı. Kahvedekiler, oyunun kahramanı Cafer’i tebrik yağmuruna tuttular. Bir alkışlamadıkları kaldı.
Ertesi gün, köyde İhsan’ın kim olduğunu duymayan kalmamıştı. Otuz sene önceki olayları bilenler bilmeyenlere anlatmış, böylece herkes köye yeni gelen yabancının geçmişini öğrenmişti.
Fırtınadan önceki iki haftalık sessizlik sona eriyordu. Başta Cafer olmak üzere köyün bütün erkekleri, hatta kadınları da seslerini yükseltmeye başlamıştı. Bu kadar yakınlarında cani bir katilin yaşamasını istemiyorlardı.