Adam da Umut’u tanımıştı. Bakışlarından anlaşılıyordu bu. Sanki çok eskiden beri tanıdığı ve çok özlediği birini görmüş gibi sevinçle gülümsedi. Bu sıcak gülümseyiş, yüzünün bir ölüyü andıran beyazlığı ve açık mavi gözlerinin bir ölüyü andıran donukluğu ile büyük bir tezat oluşturuyordu. Umut yine ürperdiğini hissetti.
“Merhaba çocuk!” dedi adam. Sesi de gülümseyişi gibi sıcaktı. Ölü görünümünden beklenmeyecek denli canlı, hayat doluydu.
Ürkek bir sesle karşılık verdi Umut.
“Merhaba.”
“Balığa çıkıyorum. Gelmek ister misin?” diye sordu adam damdan düşer gibi.
Umut bir an bile düşünmeden, içinden geçen cevabı verdi.
“İsterim.”
“Atla o zaman.”
Umut atladı. Heyecanlanmıştı. Sanki rüya görüyor gibi hissediyordu kendini. Ama hayır, rüya görse, karşısındaki adam bu yabancı değil, babası olurdu.
Yabancı adam küreklere asıldı. Tekne denizin üzerinde süzülmeye başladı. Umut, gözlerini dikmiş onu inceliyordu.
“Bu tekne bizimdi,” deyiverdi.
Adam şaşırdı.
“Sizin miydi?”
“Evet. Babamındı…”
Bir an duraksadıktan sonra ekledi.
“Babam ben doğduğumda yapmış bu tekneyi. Kendi yapmış. Adı da oğlumunki gibi ‘Umut’ olsun demiş. En çok ‘Umut’ adını severmiş babam.”
Adamın yüzünden bir gölge geçti. Tekneyi aldığı günü anımsadı. Kendini öldürmekten Umut sayesinde kurtulduğu o gün, mezarlıktan kaçar gibi uzaklaştıktan sonra ayakları onu sahile götürmüştü. Denizi görünce yolun sonuna geldiğini anlayarak durmuş, karşısındaki manzarayı seyre dalmıştı. Güneşi saklayan bulutlarla kaplı gökyüzü de, gri bir renksizliğe bürünmüş dalgalı deniz de çektiği acılara bir an önce son vermek isteyen ruhu gibi kasvetliydi. Dünyanın ve kendi ruhunun iç karartıcı yüzüne bakarken, az önce, tam tetiği çekeceği anda onu durduran çocuğa karşı içi öfke dolmuştu. Uzun zamandır istediği, beklediği bir andı o; ama ne kadar uzun zamandır düşünürse düşünsün eyleme geçmek bir anlık karara bağlıydı. O kararı verecek cesareti tekrar bulması çok zordu. Nereden çıkmıştı sanki o Allah’ın belası çocuk? Ne işi vardı sabahın köründe bir mezarlıkta? O olmasa şimdi arzuladığı yerde, onun yanında, bu acımasız dünyanın uzağında olacaktı. Ne kadar zor olursa olsun vazgeçmemeliydi, vazgeçemezdi, gereken cesareti yeniden bulmak zorundaydı. Çünkü yaşamak istemiyordu. Böyle ölü gibi yaşamaktansa gerçekten ölmeyi yeğliyordu.
Bu duygularla boğuşurken ne yapacağını, nereye gideceğini bilmez bir halde yürümeye başlamıştı. Sahil boyunca önünü görmeden ilerliyordu. Balıkçı teknelerinin demirlediği yere gelince, içinden gelen garip bir dürtüyle duraksadı. Gözleri teknelere takıldı ve küçük, beyaz bir teknenin adını gördü. Teknenin baş kısmında mavi harflerle yazan “Umut” kelimesine bakakaldı. Çok uzun zaman önce hafızasından silinmiş olan bu basit sözcük ruhunda şiddetli bir kasırga yaratmıştı. İçinde boğulduğu karanlık duygu ve düşünceleri allak bullak etmişti. Umut… Anlamlı bir işaret gibi ona bakıyordu küçük, beyaz bir teknenin sancağından. Orada, o kasvetli manzaranın içinde durmuş bakıyor ve bir sözcüğün bir insana anlatabileceği her şeyi anlatıyordu. Umudunu kaybetmiş adama, yokluğunda boğulduğu duyguyu hatırlatıyordu. Çıkış yolunu gösteriyordu.
Büyülenmiş gibi tekneye bakarken, bir sesle irkilmişti. Genç bir balıkçıydı konuşan. Teknenin satılık olduğunu söylüyordu. Dakikalardır tekneye bakan adamı görünce, alıcı olduğunu düşünmüştü.
“Sahibi geçen ay öldü,” demişti. “Bir aydır burada yatıyor tekne. Rahmetlinin karısı satmak istiyor ama alıcı çıkmıyor. Eski diye beğenmiyor millet ama bakma sen öyle göründüğüne. Sapasağlamdır. Kaç fırtına atlattı, bana mısın demedi.”
Ani bir kararla, “Kaç para?” diye sormuştu.
Balıkçı, değerinin çok altında olduğunu defalarca vurgulayarak fiyatı söylemişti.
Yine ani bir kararla bütün parasını vermiş, tekneyi satın almıştı. Genç balıkçı, parayı rahmetlinin karısına vereceğini söyleyerek yanından ayrılıncaya dek de bunu neden yaptığını düşünmemişti. En son çocukken balığa çıkmıştı. Balıkçılıktan, denizden ve bunun gibi şeylerden pek anlamazdı yani. Ama ne yapacağını bilmediği, her şeyin sonuna geldiği bir anda karşısına çıkan bu anlamlı tesadüfe boyun eğmesi gerektiğini hissetmiş, o teknenin adında yeni bir hayatın doğuşunu görmüştü. “Umut” onu ele geçirmiş, ölümü kovmuş, yerine yaşamı koymuştu.
Geçmişten şimdiki zamana döndüğünde, oldukça açılmış olduklarını fark etti. Umut demin sorduğu, ama düşüncelere dalmış olan adamın duymadığı soruyu yineliyordu.
“Senin adın ne?”
“İhsan.”
“Nerden geldin?”
İhsan bir an duraksadı. Nereden geldiğini, otuz senedir nerede olduğunu söylerse çocuğun korkacağını düşündü.
“Uzak bir yerden.”
“Kasabadan mı?”
“Yok.”
“Daha mı uzaktan?”
“Hı hı.”
“Şehirden mi?”
“Sayılır.”
Umut sonunda tatmin olmuş gibi sustu. Ama suskunluğu uzun sürmedi.
“Niye geldin buraya?”
Ölmek için diyemedi İhsan.
“Bilmem,” dedi.
Umut cevaptan memnun kalmamıştı.
“Filiz’i görmeye mi geldin?”
Böyle bir soru beklemeyen İhsan irkildi. İçinden bir sızı gibi Filiz geçti.
“Evet,” dedi güçsüz bir sesle.
“Neyin oluyor Filiz?”
“Karım,” dedi daha da güçsüz bir sesle. Yüzünde otuz senedir hiç eksilmemiş acının izleri belirdi. Gözlerinin önüne görünmez bir perde indi, bakışları donuklaştı.
Umut, İhsan’daki belirgin değişim karşısında yaşından beklenmeyecek bir olgunluk göstererek sustu. İhsan da susuyordu. Gözleri denizde, tekdüze bir ritimle kürekleri çekiyordu. Deniz durgundu; çok nadir görülen bir sessizlik hakimdi doğada. Kürekler suya girip çıktıkça duyulan şıpırtı dışında hiçbir ses yoktu. Bazen de uzaklarda bir martı viyaklıyordu, o kadar.
Umut, İhsan’a bakarken babasını görüyordu. O da hep böyle susardı. O da hep böyle, yüzünde ciddi bir ifadeyle, gözleri dalgın çekerdi kürekleri. Ona bakınca da tıpkı şimdi olduğu gibi hem birçok soru sormak ister, hem de çekinirdi.