“Zavallı çocuk delirir,” diye geçirdi içinden Sabahat. Ama elbette hiçbir şey söylemedi. Buna gerek de kalmadı. Cavidan Hanım hemen kendi sözüne itiraz etti çünkü.
“Ama olmaz! Bu iğrenç yerde çürümemeli o da benim gibi! Büyük şehirlerde yaşamalı! En iyi okullarda okumalı! Herkesler-den akıllı, herkeslerden üstün olmalı!”
Cavidan Hanım başını çevirip, gözlerini komodinin üstündeki fotoğrafa, Eda’nın gülümseyen yüzüne dikti. Sayıklar gibi konuşmaya devam etti.
“Hayatı benimki gibi ziyan olmamalı! Çok güzel bir hayat sürmeli o! Çok mutlu olmalı!”
Uzun bir sessizlik oldu. Cavidan Hanım Eda’nın, biricik evlatlığının geleceğiyle ilgili hayallerine dalmıştı. Derken, etkisini göstermeye başlayan ilaç yaşlı kadını hayal dünyasından alıp uykunun kucağına bıraktı.
Sabahat, hanımının en azından on saat uyanmayacağını biliyordu. İlaç içtiği geceler, bir kere uykuya daldı mı öğlene kadar komada gibi uyur, yanı başında top patlasa uyanmazdı. Yine de bir süre daha oturmaya devam etti Sabahat. Cavidan Hanım’ın horultusu odayı dolduruncaya dek bekledi. Sonra, özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûm sevinciyle kalktı oturduğu yerden. Yüzündeki maske düştü. Büyük bir nefretle baktı uyumakta olan yaşlı kadına. Ah, nasıl da nefret ediyordu ondan!
Bütün hayatı onunla geçmişti. O eve besleme olarak alındığında henüz on bir yaşındaydı. Ağanın kızı Cavidan’la aynı yaştaydılar. Bazen beraber oynarlardı. Ama Cavidan üstünlüğünü hep hissettirirdi ona. “Ben bir prensesim, sen ise benim hizmetçimsin,” derdi. Bey babasından, onun her dediğini yapacak, istediği gibi kullanabileceği bir oyuncak istemiş, bey babası da öksüz bir çocuk olan Sabahat’ı almıştı. Gerçekten de çocukluklarında Cavidan’ın oyuncağı gibiydi Sabahat. Cavidan sıkılmasın diye onu eğlendirmek zorundaydı. İstediği her zaman onunla oyun oynamak zorundaydı. Cavidan’ın bütün emirlerini yerine getirmek zorundaydı. Cavidan kızdığı zaman onu istediği gibi tartaklamakta özgürdü, ama o, ağzını açıp tek kelime edemezdi. Hayatında hiç karşı gelmemişti Cavidan’a. Dilinin ucuna kadar gelen bütün sözleri yutmuştu. Gözyaşlarını içine akıtmıştı. Cavidan’dan nefret ettiği için kendini suçlamış, geceler boyunca Allah’a dua ederek af dilemişti. Çünkü, o eve alınmasa kim bilir ne halde olacağı; velinimeti olan, ona yatacak sıcak bir yatak ve yiyecek ekmek veren insanlara hayatı boyunca minnet duyması gerektiği öğretilmişti ona. Ama ne kadar dua etse de bitmemişti nefreti. Ruhunun kıskançlıkla zehirlenmesine engel olamamıştı.
Sahip olamadığı, asla da olamayacağı her şeyin sembolü gibiydi Sabahat için Cavidan. Zengindi, prensesler gibi bir hayat sürüyordu, bir dediği iki edilmiyordu, yediği önünde yemediği ardındaydı. Özel öğretmenleri, güzel giysileri, hizmetçileri, atları, her şeyi ama her şeyi vardı. Ne istese anında oluyordu. En çok da onun üzerine titreyen bey babasını kıskanırdı Sabahat. Benim de böyle bir babam olsaydı, şimdi bir besleme olmazdım diye geçirirdi içinden. Hayallerinde rolleri tersine çevirmeye, kendini ağanın kızı, Cavidan’ı ise kölesi olarak düşünmeye bayılırdı. Rüyalarında, Cavidan’ın yaptıklarının bin beterini yapardı ona. Artık beğenmediği eski giysilerini suratına fırlatır, onunla alay eder, emirler yağdırırdı. Sonra da dünyanın en mutlu insanı olarak uyanırdı. Gördüklerinin sadece bir rüya, gerçeğin ise aynı olduğunu anlayana dek gülümserdi yattığı yerde.
Yıllar Cavidan’ın gölgesinde geçmişti. Genç kız olduklarında bir tek avuntusu vardı Sabahat’ın. Cavidan çok çirkindi. Çocukluğundaki güzelliği büyüdükçe kaybolmuş, çirkin mi çirkin bir genç kıza dönüşmüştü. Sabahat, banyo yaptığı günler, giyinmeden önce aynanın karşısına geçer, kendini seyrederdi. Dolgunlaşmış göğüslerine, ince beline, yuvarlak kalçalarına bakarken ne kadar güzel olduğunu düşünürdü. Hemen ardından da Cavidan’ın vücudu gelirdi aklına. Onun banyo yapmasına, giyinmesine yardım ettiği için vücudunu ezberlemişti. Güzel, şık, pahalı elbiselerin altına saklanan vücudunun ne kadar zayıf, ne kadar çirkin olduğunu gören yoktu. Doğrusu buna üzülüyordu Sabahat. Ama yüzünü herkes görüyordu ya. Ne kadar makyaj yapsa da suratının çirkinliğini gizleyemiyordu. Oysa Sabahat’ın vücudu gibi yüzü de güzeldi. Bir gören dönüp bir daha, bir daha bakıyordu. Daha şimdiden kaç tane isteyeni çıkmıştı. Cavidan’ı ise ağa kızı olduğu halde kimse istemiyordu.
Artık Cavidan’ın onu, güzelliğini kıskandığını hissediyordu Sabahat. Bu, ona tarifsiz bir haz veriyordu. Yıllardır kıskandığı kişi tarafından kıskanılmak… En büyük arzusu gerçekleşmiş gibi mutlu ediyordu bu durum onu. Kıskançlık yüzünden Cavidan’ın ona çok daha kötü davranmaya başlaması bile umurunda değildi. Kendisini her fırsatta aşağılamasına, herkesin içinde küçük düşürmeye çalışmasına, köpek gibi çalıştırmasına içerlemiyor değildi ama kurtuluşunun yakın olduğunu düşünmek ona güç veriyordu. Öyle ya, bu kadar isteyeni varken evde kalacak değildi. Elbet birine varacak, o evden de Cavidan’dan da kurtulacak, kendi evinin hanımı olacaktı.
Ama bu hiç olmadı. Ağa onu kimseye vermiyordu. Bütün talipleri bir bahane bulup başından savıyordu. Sabahat, çok geçmeden beyinin bu anlaşılmaz tavrının nedenini öğrendi. Hem de olabilecek en acı şekilde…
Bir gece odasına girdi bey. İçkiliydi ama sarhoş değildi. Ne yaptığını gayet iyi biliyordu. Dahası buna hakkı olduğunu düşünüyordu. Şaşırdı Sabahat. Karşı koymaya çalıştı. Ama beyin güçlü kolları onu kıskaç gibi kavradı. Hareket etmesine izin vermedi. Bağırmaktan başka çaresi yoktu Sabahat’ın. Ama bağıramadı. Korktu. Teslim oldu.
Bey ölene dek bu böyle sürdü gitti. Dedikodular hızla yayıldı. Sabahat’ı isteyen kimse kalmadı. O artık kirlenmiş, ağanın kapatması olmuştu. Ağanın karısı öldükten sonra boş bir umuda kapıldı Sabahat. Uzun bir süre, beyin belki de onunla evleneceğini hayal ederek kendini avuttu. Aslında beyin niyeti de buydu. Çünkü gönlünü hepten kaptırmıştı genç ve güzel kapatmasına. Ama Cavidan buna razı gelmedi. Her zaman olduğu gibi de babasına sözünü geçirdi. Sabahat da elden gitmiş namusuyla kaderine boyun eğdi. Hiç evlenmedi. Ağasından başka erkek tanımadı.
Cavidan’ın düğün günü, Sabahat’ın hayatının en mutlu günüydü. Bu dünyada en nefret ettiği insanın yıkımını büyük bir zevkle seyretti. Biraz da bu yüzden, ağa öldükten sonra da ayrılmadı o evden. Cavidan’ın gözü önünde eriyip bitmesini, giderek daha büyük bir yalnızlığa gömülmesini, acı çekmesini izlemek zevkinden kendini mahrum edemezdi. Bütün çektiklerinin ödülü gibiydi Cavidan’ın ona muhtaç aciz bir çocuğa dönüşmesi. Yaşarken ölmesi… O görkemli çiftliğin adeta mezarı haline gelmesi…
Evet, nefret ediyordu ondan. Tam da bu yüzden ondan ayrılamıyordu. İntikamının alındığını görmek, Allah’a olan inancını arttırmıştı. Sabahat’a göre bütün bu olanlar ilahi adaletin mutlak sonucuydu. Teşekkür için namaz kılıp oruç tutmaya başlamıştı. Bir gün oradan, Cavidan’dan kurtulma isteğini ve umudunu ise hiç kaybetmemişti. Sadece doğru zamanı bekliyordu.
İşte şimdi o doğru zaman gelmişti. Başucunda durmuş, nefretle hanımının yüzüne bakarken ve bütün geçmişi bir film gibi gözlerinin önünde akarken, “Yarın,” diye geçirdi içinden Sabahat. “Yarın, ona söyleyeceğim.” Kim bilir ne kadar şaşıracaktı. Yüzünün alacağı şekli görmek için sabırsızlanıyordu. Ama sabahı beklemek zorundaydı. Cavidan Hanım’ın en savunmasız olduğu zaman, Sabahat’ın ona sabah banyosunu yaptırdığı zamandı. Küvetin içinde büzülmüş, Sabahat’ın onu yıkamasını beklerken, bir çocuktan farksız olurdu. O kadar aciz,