Beraber geçirdikleri günün sonunda, o yabancı adam artık İhsan Amca olmuştu.
“Yok.”
İhsan’ın gözleri doldu bunu söylerken. Birden dili çözüldü.
“Olacaktı, ama olmadı. Karım… Filiz… öldüğünde altı aylık hamileydi.”
Yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Yaşlı gözlerle Umut’a baktı.
“Karım ölmeseydi, çocuğum doğsaydı, şimdi otuz yaşına gelmiş olacaktı. Senin yaşında bir torunum olacaktı belki de.”
Umut dayanamadı.
“Neden öldü karın?” diye soruverdi.
İhsan içten bir sesle, “Bilmiyorum,” dedi. “Bunu ben de sordum kendime, otuz sene boyunca her gün bu soruyu sordum ama yanıtı bulamadım.”
Umut hiçbir şey anlamamıştı. Bu sırada kara da görünmüştü. Kıyıya yanaşıp demir atarlarken, “Yarın kasabadaki balık pazarına gidiyorum,” dedi İhsan. “ Sen de gelip bana yardım eder misin?”
“Bilmem ki… Yarın okul var.”
“Kaça gidiyorsun?”
“Beşe. Bu sene bitecek.”
“Sonra ne yapacaksın?”
“Balıkçı olacağım.”
İhsan güldü. Babası da tıpkı böyle gülerdi, Umut balıkçı olacağını söylediğinde. Bozuldu Umut. “Ne var?” dedi. “Olamaz mıyım?”
İhsan, Umut’un bozulduğunu anlamıştı. Alttan aldı.
“Niye olamayasın canım? Olmuşsun bile.”
“Niye güldün öyleyse?”
“Ben de çocukken bir sürü şey olmak istiyordum. Hiçbir şey istediğim gibi olmadı.”
“Benim olacak ama.”
“Tamam, tamam. Kızma.”
“Kızmıyorum.”
Kızmadığını ispatlamak istercesine gülümsedi. İhsan da ona gülümsedi.
Dostlukları o gülümseyişle başladı. Ertesi gün Umut, okuldan kaçıp İhsan’la kasabaya gitti. Beraber pazarda balık sattılar. Sonra yine balık tuttular. Teknede geçirdikleri saatler boyunca İhsan ona hep Filiz’i anlattı. Otuz senedir uyanık olduğu her an onu düşündüğünü, uyuduğunda da rüyalarında hep onu gördüğünü anlattı. Hiçbir zaman unutmadığını, unutmaya da çalışmadığını anlattı. Hatırlamak ne kadar acı verirse versin, unutmak kadar korkunç olamazdı.
Aşkın ne olduğunu ilk İhsan’dan öğrendi Umut. Babasının da annesini böyle sevip sevmediğini merak etti. Sanmıyordu. Bir gün bile annesinden böyle bahsetmemişti babası. Onun adını anarken sesi böyle titrememişti, gözleri böyle dolmamıştı. İhsan’ın çektiği acının büyüklüğünü görmesine rağmen, büyüyünce birisini, onun Filiz’i sevdiği gibi sevmeyi diledi Umut. Kim bilir ne kadar güzel şeydi böyle sevmek… Böyle âşık olmak… Böyle unutamamak…
Günler geçtikçe dostlukları pekişti. Öyle ki, Umut bir daha kimseye anlatmamak için yemin ettiği bir sırrını açacak kadar yakın hissetti kendini İhsan’a.
“Babam bir ağaca dönüşecek,” dedi. “Cehennemde yanmayacak o. Ağaç olacak. Hem de kocaman bir ağaç… O kadar büyüyecek ki, dalları göğe değecek.”
Sustu ve İhsan’ın gülmesini, alay etmesini bekledi korkuyla. Ama İhsan gülmedi. Alay da etmedi. Son derece ciddi bir ifadeyle baktı Umut’un yüzüne.
“Filiz de çiçek oldu,” deyiverdi sonra. “Gördün mü, nasıl çiçekler sarmıştı mezarın etrafını. İşte onların hepsi Filiz.”
Umut’un yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. Babası öldüğünden beri ilk defa yalnız olmadığını hissetti. Kendi gibi düşünen birinin olması ne büyük bir mutluluktu.
“Gördüm,” dedi. “Filiz’in ağaç olması saçma olurdu zaten. Onun çiçek olması iyi.”
İhsan ciddi ciddi başını salladı.
“Evet.”
Umut da ciddiyetle devam etti.
“Bence en fenası ot olmak. İnşallah ben ot olmam ölünce.”
“Olmazsın, korkma. İnsanın yaşarken belli olur ölünce ne olacağı.”
Dünyalar Umut’un olmuştu. Sonunda onunla alay etmeyen, aptal olduğunu düşünmeyen bir arkadaş bulmuştu. Doğrusu tam kafasına göre, gönlüne göre bir arkadaştı İhsan.
Güneşli bir hafta geçti. Umut hemen her gün okuldan kaçtı, İhsan’la denize açıldı, balık tuttu. Teknede geçirdikleri her gün dostlukları biraz daha pekişti.
Beraber balığa çıktıkları son gün hava bozdu. Gökyüzünü gri bulutlar kapladı. Güneş, bulutların ardına saklandı. Boğucu bir rüzgâr esmeye başladı. Deniz geri çekildi.
Yaklaşan fırtınanın habercisiydi bütün bunlar.
Umut, o son gün İhsan’dan ayrılıp eve geldiğinde, annesini komşusu Hatice ile konuşurken buldu. İki kadın kafa kafaya vermiş, dertleşiyorlardı. Umut’un içeri girdiğini bile fark etmediler, fark ettilerse de umursamadılar. Umut bir köşeye geçip açlıktan midesi guruldayarak onları dinlemeye koyuldu.
“Ne yapacağımı şaşırdım,” diyordu anası. “Teknenin parası var şimdilik, ama ne kadar zaman idare eder bizi bilmiyorum.”
Hatice bilmiş bir edayla kafasını sallayarak, “Doğru kardeş, hazıra dağ mı dayanır,” dedi.
“Dayanmaz helbet. Ondan çalışayım diyorum ama… Ne iş yaparım, bu köy yerinde nereden iş bulurum…”
“Ah ah, eskiden olacaktı… Anam anlatırdı, şu meşhur Cavidan Hanım var ya… Bildin mi Cavidan Hanım’ı?
“Hee, bildim.”
“İşte o Cavidan Hanım’ın babası zamanında çiftlik de çiftlikmiş. Tarlalar, bağlar, bahçeler dönüm dönüm… Hepsi ekiliyor, biçiliyor… Sade bizim köyden değil, civardaki bütün köylerden ırgat toplarlarmış. Şarap fabrikası da işliyormuş o vakitler. O kadar çok iş varmış ki, erkekler yetmiyomuş, kadınları da alıyolarmış çalışmağa. “
“Sonra ne olmuş da bu hale gelmiş ki?”
“Ne zaman ki bey ölmüş, bütün çift çubuk Cavidan Hanım’a kalmış, her bişey durmuş. Tarlalar topraklar ekilmez, çiftlikte in cin top oynar olmuş; fabrikanın kapıları kapanmış. Eskiden, sade evde bir alay insan çalışırmış. Şimdi, beyin zamanından beri çiftlikte olan emektar hizmetçi kalmış bir tek. Evin bütün işini o kadın görüyormuş.”
“Bir başına?”
“Hee, bir başına.”
“Bizim köy kadardır be o ev.”
“Öyle. Ama ne yaparsın, Cavidan Hanım insan görmek istemeyesiymiş. Bu yüzden bütün çalışanları kovmuş. Çiftliği de evi de boşaltmış.”
“Yazık.”
“Yazık ki ne yazık. Bu kadar insan açlıktan gebersin burada, o kadar toprak boş dursun. Olacak iş değil ama olmuş işte. Bu Cavidan Hanım dedikleri, hayata küsmüş mü neymiş. Çiftlik evine kapatmış kendini, avluya bilem çıkmıyormuş. Kaç senedir yüzünü gören yok.