Umut ne kadar zorlansa da sonunda idrak etmişti bu gerçeği. Annesi babasını seviyordu. Birçok insan gibi, sevdiğini ancak kaybedince anlayabilmişti o da. Ve bunu anladıktan sonra da değişmişti. Artık şikâyet etmiyordu Ayşe. Sessizce kabullenmişti hayatını, yoksulluğunu, kaybettiği şansları, ulaşamadıklarını ve ulaşamayacaklarını.
Annesindeki değişimi görmek biraz olsun teselli ediyordu Umut’u. Artık hiçbir şeyin “eskisi gibi” olamayacağına üzülse de, bazı şeylerin eskisi gibi olmaması güzeldi.
Evleri köyün biraz dışında kaldığı için, köy merkezindeki okuluna, denize paralel uzanan toprak yolda aşağı yukarı kırk beş dakika süren uzun bir yürüyüş sonunda ulaşıyordu Umut. Her daim çok ıssız olan bu yol üzerinde, Umutların yaşadığı evle köyün tam ortasında mezarlık bulunuyordu. Yüksekçe bir tepenin yamacındaki mezarlığın karşısında da bütün görkemiyle masmavi deniz uzanıyordu.
Umut, okula gittiği her sabah ve okuldan döndüğü her öğle vakti mezarlığın önünden geçmek zorundaydı. Babasının ölümünden önce, mezarlık onun için sadece yolun yarısını geride bıraktığını gösteren bir işaretten ibaretti. Bazen de, yürümekten yorulduğunda girişindeki taşın üzerine oturup birkaç dakika dinlendiği, sonra kalkıp yoluna devam ettiği bir duraktı. Ama artık, bu işaret ya da durak bambaşka anlamlar kazanmıştı gözünde. Orası babasının yattığı yerdi. Orası ölülerin eviydi. Normal dünyayla öbür dünya arasında, başka bir yerdi. Ürkütücü ama çekici, hem ölüm hem de hayat dolu, başka bir yer…
Umut, önünden geçerken oraya her baktığında, ölüme ve ölülere ait olan bir yerin bu kadar canlı ve güzel görünmesine şaşmaktan kendini alamıyordu. Ağaçlar, otlar, çiçekler topraktan adeta fışkırıyordu. Sanki toprağa gömülen ölüler ağaç, ot ve çiçek olmuş, yattıkları yerden başlarını çıkarmış da dışarıdaki dünyayı seyrediyorlardı. Umut, babasının da büyük bir ağaca dönüşeceği günü sabırsızlıkla bekliyordu. Nedense onu ot veya çiçek olarak değil, sadece bir ağaç olarak hayal edebiliyordu. Her okul çıkışı, eve dönerken babasının mezarına uğrayıp etrafındaki toprağı kolaçan ediyor, uyanmaya başlamış bir fidanın izini sürüyordu. Henüz ortada hiçbir şey olmadığını gördükten sonra da mezarın başına çömelip, o gün olanları, okuldaki çocukların yaptıklarını, öğretmeninin söylediklerini, canını sıkan olayları, hayallerini, kısacası aklından geçen her şeyi babasına anlatmaya başlıyordu. Bazen o kadar kaptırıyordu ki kendini konuşmaya, vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyor, havanın kararmakta olduğunu şaşkınlıkla fark ediyordu.
Babasının ağaca dönüşmesiyle ilgili fikirlerini okuldaki sıra arkadaşı Mustafa’yla paylaştığında, çocuğun verdiği tepki Umut’a iyi bir ders oldu. Anlattıklarını dinlerken Mustafa gözlerini kocaman açmış, dehşet dolu bir ifadeyle bakarak, çok büyük günaha girdiğini söylemişti. Ölenler ağaca veya başka bir şeye dönüşmezdi. Cennete veya cehenneme giderdi. Bu, o kişinin Müslüman veya kafir olmasıyla ilgiliydi. Elbette bunları Umut da biliyordu. Ama ona anlatılanlara göre babasının cennete gitmesinin mümkün olmadığını da biliyordu. Çünkü hayatı boyunca bir kere bile namaz kılmamış, oruç tutmamıştı babası. Her gece rakı içerdi, camiye adım atmazdı. Kısacası dinin gerektirdiği hiçbir şeyi yapmaz, günah olduğu söylenen şeyleri yapmakta da bir sakınca görmezdi. İşte bu yüzden Umut biliyordu onun cennete giremeyeceğini. Öğretmeni geçen sene din dersinde, namaz kılıp oruç tutmayanların cennete alınmayacağını, cehenneme gidip cayır cayır yanacaklarını açıkça söylemişti.
Umut’a göre bu büyük bir haksızlıktı. Babası tanıdığı en iyi insandı. Kimseye zararı dokunmazdı. Köyde çocuğunu dövmeyen tek babaydı. İmam bile dövüyordu çocuğunu. Umut bir kere gözleriyle görmüştü bunu. O babanın cennete, kendi babasının ise cehenneme gideceği düşüncesine isyan ediyordu bu yüzden. Bu kadar büyük bir haksızlığı aklı almıyordu. Öğretmenine bu konuyu sormayı düşünmüştü. Ama hemen vazgeçmişti. Onun da imamdan ve onun gibilerden yana çıkacağına emindi. Çünkü o da okulda hemen her gün birkaç öğrenciyi, bazen de sıra dayağı adı altında hepsini dövüyordu.
Babası öldüğünde, onun cehennemde cayır cayır yandığını düşününce dehşete kapılmıştı Umut. Bu düşünceden kaçmak için de onun bir ağaca dönüşeceği inancına sımsıkı sarılmıştı. Böyle düşünmek içini biraz olsun rahatlatıyordu. Teselliyi hayal gücünde bulmuştu. Başkalarının anlattıklarına inanmaktansa, kendi aklının yarattığı düşlere inanmayı seçmişti. Ama arkadaşına bu düşleri anlatma gafletinde bulunduğunda günaha girmekle, kafirlikle suçlanınca çok sarsılmıştı. Sarsılan düşlerine olan inancı değil, insanlara olan inancıydı. Arkadaşı onu suçlamakla yetinse yine iyiydi. Yetinmemişti. Hemen bunu diğer çocuklara yaymış, Umut’un iyice dışlanmasına, alay konusu olmasına ve yalnız kalmasına neden olmuştu. Umut da bundan böyle düşüncelerini kendine saklamaya ant içmişti. Hayatı boyunca onu esir alacak korkunun tohumları o zaman atılmıştı ruhuna. Alay konusu olmaktan, dışlanmaktan duyduğu büyük korku yüzünden insanlardan kaçan, konuşmaktan ve düşüncelerini söylemekten çekinen, hatta giderek kendinden bile utanan bir insana dönüşecekti. Büyüdükçe azalmayacaktı bu korku, aksine onunla beraber büyüyecekti. Umut, çocukken ruhuna atılan tohumların yıllar geçtikçe yeşermesine, zehirli bir sarmaşık gibi bütün benliğine dolanmasına ve onu ele geçirmesine engel olamayacaktı.
Mart ayının sonlarında, soğuk bir gündü. Sabahın erken saatleriydi. Güneş, gözyüzünü dolduran gri bulutların ardında kaybolduğu için hava kapalıydı. Umut, üzerinde siyah önlüğü, sırtında çantası, evden okula uzanan ıssız yolda yürüyordu. Birden yağmur bastırdı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan kaçmasının imkânsız olduğunu bilmesine rağmen, yapacak başka bir şey aklına gelmediği için koşmaya başladı Umut. Yüzüne kırbaç gibi inen yağmur damlaları önünü görmesini zorlaştırıyor, altı delik ayakkabıları su alıyordu; ama Umut hiçbir şeye aldırış etmeden delice bir hızla koşuyordu. Yağmur bahanesiydi aslında. Oldum olası hoşuna giderdi o toprak yolda koşmak. Hele yağmur yağarken daha da zevkli oluyordu.
Yolun ortasına geldiğinde sırılsıklam olmuştu bile. Ama keyfi yerindeydi. Koşarken bir yandan da çok eğlenceli bir oyun oynuyormuş gibi kendi kendine gülüyordu. Birden, tam mezarlığın orada, ayağı kaydı ve yere kapaklandı. Islandığı yetmezmiş gibi şimdi bir de her tarafı çamur olmuştu. Kalkmaya çalıştı, başaramadı. Koşmaktan yorulan çelimsiz bacakları hareket etmeyi reddediyordu sanki. Çamur da neredeyse bir bataklık kıvamındaydı. Kalkmaya çalıştıkça daha beter gömülüyordu içine.
Kurtulmak için umutsuzca çırpınırken, bir el uzandı ona doğru. Umut şaşkınlıkla önce ele, sonra da başını kaldırıp elin sahibine baktı. Tepesinde dikilen adam da tıpkı onun gibi sırılsıklam olmuştu. Onun gibi çamura