Hocam, “Yeni evlenmiş olmalılar,” dedi.
Ben de, “Araları iyi gözüküyor değil mi?” dedim.
Hocam tebessüm bile etmemişti. Gidiş yönünü çifti görüş alanı dışında bırakacak bir tarafa çevirdi. Sonra bana sordu:
“Sen hiç âşık oldun mu?”
“Olmadım,” dedim.
“Âşık olmak istemez misin?”
Cevap vermedim.
“İstemeyecek değilsin, öyle ya!”
“Evet.”
“Az önce o kız ve erkeğe alaylı gözlerle baktın değil mi? Bu alaylı bakışların altında aşkı arzulamana rağmen, kendine bir eş bulamamanın verdiği huzursuzluk yatıyor olsa gerek.”
“Size öyle mi göründü?”
“Öyle göründü. Aşka doymuş birisinden daha yumuşak bir ses çıkar çünkü. Ama… Ama sen, aşk suçtur. Anlıyor musun?”
Birden şaşırıp kaldım. Ne diyeceğimi bilemedim.
13
Kalabalığın ortasındaydık. Kalabalıkta herkes mutlu görünüyordu. Kalabalığı geçip de etrafta ne çiçek ne de insanın olduğu orman yerine varana kadar, bu konuyu tekrar açacak fırsat olmadı.
O anda birden “Aşk suç mudur?” diye sordum.
“Suçtur elbette,” derken hocamın ifade tarzı az önceki gibi sertti.
“Neden ki?”
“Nedenini anlarsın yakında. Yok, yok yakında değil, artık anlamış olmalısın. Senin gönlün uzun zamandır amansız bir aşk arayışında değil mi?”
Şöyle bir içimi yokladım. Lakin içim şaşılacak derecede boştu. Gönlümde yer eden hiçbir şey bulamadım.
“Gönlümün şudur diyebileceğim hiçbir maksudu yok. Bilirsiniz sizden hiçbir şey saklamam.”
“Asıl maksudu olmadığı için gönlün arayışta. ‘Maksudumu bulursam rahatlarım,’ diye gönlün hep arayışı arzuluyor.”
“Şimdilik içimde o tarz bir arayış yok.”
“Var olmalı ki bir tatminsizlik eseri olarak benim kapımı çaldınız.”
“Orası öyle olabilir belki. Ama bu, aşktan farklı bir şey.”
“Aşka giden basamaklardan biri. Karşı cinsle sarmaş dolaş olmadan önce hemcinsiniz olarak benim kapımı çaldınız.”
“Ben ikisinin tamamen birbirinden farklı şeyler olduğunu düşünüyorum.”
“Hayır, aynılar. Bir erkek olarak ne yapsam da sizi tatmin edecek değilim. Hem başka bir özel durum sebebiyle sizi hiç mi hiç tatmin edemem. Açıkçası size karşı bir acıma hissi duymaktayım. Tek çare benden uzaklaşmanızdır. Ben bilhassa bunu istirham ediyorum. Fakat…”
İçimi bir garip üzüntü kaplamıştı.
“Sizden ayrılmamı talep ediyorsanız çare yok, fakat bende öyle bir ruh hali hiç vaki olmadı.”
Hocam sözlerime kulak vermiyordu.
“Lakin dikkat etmek gerekir. Aşk suç olduğu için… Benim yanımda tatmin olamamanıza karşılık hâlihazırda herhangi bir tehlike de yok. Sen uzun siyah saçlarla sarmaş dolaş olmak nasıl bir duygudur bilir misin?”
Hayalen bilsem de gerçeğini bilemiyordum. Her hâlükârda hocamın suç dediği şey muğlaktı ve pek bir şey anlamamıştım. Üstelik keyfim de kaçmıştı.
“Hocam, lütfen suçtan ne kastettiğinizi daha açıkça ifade buyurun. Aksi takdirde rica ederim bu meseleyi burada kapatınız. Ta ki ben bizzat bu suç denen şeyin manasını tamamen idrak edene kadar.”
“Kötü bir şey yaptım. Sizinle samimice konuşma niyetindeydim. Ne var ki canınızı sıktım. Kötü bir şey yaptım.”
Hocamla birlikte müzenin23 arkasından Uguisudani24 yönünde sakin adımlarla yürüyorduk. Çitlerin arasından bakıldığında geniş bir bahçenin bir bölümünde yeşeren bambu yapraklarının sakince sıralandığı görülüyordu.
“Sen benim neden her ay Zōşigaya Mezarlığı’nda gömülü arkadaşımı ziyarete gittiğimi biliyor musun?”
Hocam bunu aniden sormuştu. Üstelik kendisi de benim bu soruyu cevaplayamayacağımın farkındaydı. Bir müddet karşılık vermedim.
Neden sonra hocam bir şeylerin farkına yeni varmış gibi şöyle dedi:
“Yine kötü bir şey yaptım. Canınızı sıkmanın kötü olduğunu düşünüp durumu izah etmeye kalkıştım. Fakat sonunda izahatla canınızı daha da sıkmış oldum. Ne yapsam faydasız. Bu meseleyi burada kapatalım. Her neyse, aşk günahtır tamam mı? Aynı zamanda kutsaldır da.
Hocamın dediklerinden hiçbir şey anlamaz olmuştum. Hocam da bir daha aşk mevzusunu ağzına almadı.
14
Gençliğimden olacak, tek bir şeye kafayı taktığım çok olurdu. En azından hocama öyle görünmekteymişim. Hocamın konuşmaları bana okuldaki derslerden daha faydalı geliyordu. Profesörlerin görüşlerinden ziyade, hocamın mütalaalarına müteşekkirdim. Kürsüye çıkıp bana hocalık eden o büyük insanlardan ziyade, yalnızlığını muhafaza edip çok laf etmeyen hocamın tutumu bana daha anlamlı ve yüce görünüyordu.
Hocam, “Bana teveccühte fazla ileri gitmeyiniz,” dedi.
“Muhtelif sebepler neticesinde böyle düşünmekteyim,” derken kendimden son derece emindim. Hocam, bu emin halime tenezzül etmemişti.
“Kendinizi ateşe kaptırmışsınız. Ateşiniz sönüverince, hiç iyi olmayacak. Hakkımda şimdi böyle düşünüyor olmanız bana acı veriyor. Bundan sonra sizde meydana gelmesi muhtemel değişiklikleri de tahayyül edince daha bir acı veriyor.”
“Beni o kadar sıradan mı görüyorsunuz? O kadar güvenilmez miyim ben?”
“Size acımaktayım.”
“‘Acıyorum ama güvenmiyorum,’ mu diyorsunuz?”
Hocam rahatsız olmuşçasına bahçe tarafına dönmüştü. O bahçede birkaç gün öncesine kadar gür kırmızı benekli çiçekleri açmış kamelyalardan eser kalmamıştı. Hocamın misafir odasından bu kamelya çiçeklerini sık sık seyre daldığı olurdu.
“Güvenmiyorum derken sadece seni kastetmiyorum. Ben tüm beşeriyete güvenmiyorum.”
O sırada çalı çitleri tarafında kırmızı balık satıcılarınınkine benzer bir ses duyuldu. Ondan başka da hiçbir ses gelmiyordu. Ana caddeden iki mahalle ötedeki bu ücra sokak pek bir sessizdi. Evin içi her zamanki gibi sakindi.
Hanımefendinin yan odada olduğunu biliyordum. Sessizce oya işi yapan hanımefendinin kulağına konuşmalarımızın gidebileceğinin de farkındaydım. Fakat o an bunları tamamen unutuvermiştim.
“Peki, hanımefendiye de mi güvenmiyorsunuz?” diye hocama sordum.
Hocamın yüzünde bir huzursuzluk ifadesi belirdi. Öylece net bir cevap vermekten