2
Bu çayevinde kendisini ilk defa gördüğümde hocam tam da üstündekileri değiştirmiş, az sonra denize girecek bir vaziyetteydi. Ben ise tam tersi yüzmekten yeni geliyordum ve ıslak vücudum rüzgârın etkisiyle ürperiyordu. İkimizin arasında görüşü engelleyen birçok siyah baş dolaşmaktaydı. Özel bir durum olmasa herhalde kendisine dikkat etmezdim. Kumsaldaki bu kadar kalabalığa ve kaygısız kafama rağmen kendisini fark edebilmem, ona eşlik eden Batılı sayesinde oldu.
Bu Batılının bembeyaz teni çayevine girer girmez dikkatimi çekti. “Yukata6” giymekte olan bu kişi, bunu taburenin üstüne özensizce fırlatmış, kollarını bağlayıp denize karşı dikilmekteydi. Üstünde Japon tarzı bir iç donundan başka bir şey yoktu. Bana en çok garip gelen şey de buydu. İki gün öncesinden Yuigahama’ya7 gidip kumların üstünde çömelerek uzun süre Batılıların denize girişlerini seyretmiştim. Oturduğum yer hafif yüksekçe bir bayırın tepesiydi ve hemen yanındaki otelin arka girişine baktığından, orada öylece durduğum sürede çok sayıda erkek, tuzdan arınmak için duş almaya çıkmıştı ki hepsi de gövde, kol ve baldırlarını örtmekteydi. Kadınlar ise bilhassa tenlerini gizliyorlardı. Çoğu başlarına lastik şapkalar takmıştı. Dalgaların üzerinde kızıl kahve, lacivert ve çivit mavisi renkli başlıklar yüzüyordu.
Böyle bir manzarayı gözlemlemiş biri olarak bana herkesin önünde sadece iç donuyla duran bu Batılı, oldukça garip görünmüştü haliyle. Neden sonra iki yanına göz atıp orada çömelmekte olan bir Japon’a bir iki kelime bir şeyler söyledi. Bu Japon kuma düşürdüğü havlusunu alır almaz başına sarıp denize doğru yürümeye başladı. İşte bu adam hocamdı.
Sırf merakımdan bu yan yana denize doğru giden iki adamı arkalarından gözlemeye devam ettim. Derken ikili doğruca dalgaların içine dalıverdiler. Deniz kıyısının geniş, kayalık sığlığı yakınlarında cıvıldaşan insan kalabalığının olduğu alanı geçip nispeten daha genişçe bir alana gelince birlikte yüzmeye koyuldular. Ta ki başları küçücük görünene kadar okyanusa doğru açıldılar. Ardından da tam aksi istikamette dümdüz bir hat çizerek kıyıya kadar geri yüzdüler. Çayevine dönünce kuyu suyunda duş almadan hemen kurulanıp giysilerini giyerek apar topar bir yerlere çekip gittiler.
Onlar gittikten sonra az önceki tabureme oturup bir sigara tüttürmüştüm. O vakit hocam hakkında dalgın dalgın düşünmeye başladım. Yüzünü sanki önceden bir yerlerde görmüşüm hissine kapılmaktan kendimi alamıyordum. Ama ne zaman, nerede gördüğümü bir türlü çıkartamıyordum.
O sıralar bir işim gücüm olmamasından ötürü canım sıkılmaktaydı. Bu sebeple ertesi gün de hocamla karşılaştığım zamanı hesaplayıp aynı vakitte tekrar çayevine gitmiştim. Derken hocam, yanında o Batılı olmaksızın, başında hasır şapkasıyla tek başına çıkıp geldi. Gözlüğünü masaya bırakıp, havlusunu başına sararak hızlı adımlarla kumsala indi. Hocam önceki günkü gibi gürültülü insan kalabalığının arasından sıyrılıp kendi başına yüzmeye başladığında, arkasından takip edesim geldi. Ben de sığ su seviyesinin başımın tepesine geldiği oldukça derin mesafelere kadar gelip, hocamın yüzmekte olduğu yeri kendim için işaret tayin ederek yüzmeye devam etmiştim. Akabinde hocam, önceki günden farklı olarak bir daire çizip garip bir güzergâhtan kıyıya doğru dönmeye başladı. Böylece amacıma ulaşamamıştım. Karaya çıkıp suların damladığı ellerimi sallaya sallaya çayevine girerken, hocam artık kimonosunu tamamen giyinmiş halde bana aksi istikametten dışarı çıkmıştı.
3
Ertesi gün de aynı vakitte kumsala gidip hocamın yüzünü görmüştüm. Bir sonraki gün de aynısını yaptım. Ama ikimiz arasında ne bir laf açmaya fırsat ne de selamlaşacak bir ortam meydana gelmişti. Dahası hocam, nispeten soğuk bir tavır sergiliyordu. Belirli bir vakitte doğruca gelip yine doğruca geri dönüyordu. Etrafı ne kadar cıvıl cıvıl da olsa buna hemen hemen hiç aldırmıyormuş gibi görünüyordu. İlk kez kendisiyle birlikte gördüğüm Batılı, artık hiç görünürlerde yoktu. Hocam hep tek başınaydı.
Bir keresinde, hocam her zamanki sıraya uyarak doğruca denizden çıktı, her zamanki yerde çıkartıp bıraktığı yukatasını giymek üzereydi ki nedendir bilinmez kimonosu kum içindeydi. Hocam kumları dökmek için öne doğru eğilip yukatasını iki üç kez silkmişti. Akabinde kimonosunun altına koyduğu gözlüğü tahta masanın aralığından aşağı düştü. Hocam, beyaz desenli giysisi üzerine kuşağını bağladıktan sonra, gözlüğünü kaybettiğini sanmış olacak ki aceleyle sağını solunu eliyle yoklamaya başladı. Ben hemen oturağın altına başımı soktum ve gözlüğü bulup çıkarttım. Hocam teşekkür ederek gözlüğü benim elimden aldı.
Ertesi gün hocamın arkasından denize daldım. Kendisiyle aynı yolu takip ederek yüzmeye devam ettim. Yüz seksen metre kadar açılınca, hocam arkasına dönüp bana laf atmıştı. O civarda, geniş ve mavi denizin ortasında duran ikimizden başka hiçbir şey yoktu görünürde. Güneşin güçlü ışıltısı, suyu ve dağı aydınlatıyordu. Özgürlük ve neşe içinde kaslarımı hareket ettiriyor, su içinde çılgınca dans ediyordum. Hocam birden elini ayağını hareket ettirmez olmuş, dalgaların üstüne sırtüstü yatmıştı. Ben de bunu taklit ettim. Mavi gökyüzünün şaşırtıcı renk yoğunluğu gözümü aldığında haykırmıştım: “Ne kadar hoş!”
Neden sonra suyun içinden yukarı kalkarcasına doğrulan hocam, “İsterseniz dönelim artık,” diye seslendi. Fiziksel açıdan oldukça güçlü olan bense daha da açılmaya hevesliydim. Ama hocam böyle istediği için hemencecik “Peki, dönelim,” diye karşılık verdim.
Böylece iki kişi aynı yolu takip ederek kıyıya kadar yüzdük. Artık hocamla ahbap olmuştuk. Ama henüz hocamın nerede kaldığını öğrenememiştim.
Sanırım ondan sonraki iki günün ardından, tam olarak üçüncü günün öğleden sonrasıydı. Hocamla çayevinde karşılaştığımız vakit, hocam birden bana, “Daha uzun süre burada kalmaya niyetli misiniz?” diye sordu. Bir fikrim olmadığı için verebileceğim bir cevap da yoktu. “Ne olur bilmiyorum,” diye cevap verdim. Fakat hocamın kıs kıs güldüğünü görünce sıkıldım. “Peki, hocam siz?” diyerek soruya soruyla karşılık vermekten kendimi alamadım. Ağzımdan “hocam” kelimesi ilk defa işte o an çıkmıştı.
O akşam, hocamı kaldığı pansiyonda ziyaret ettim. Normal bir pansiyondan farklı olarak, eski ve geniş bir tapınağın avlusunun içinde, yazlık gibi bir binaydı. Burada kalanların hocamın ailesi olmadığı anlaşılıyordu. Kendisine “Hocam, hocam!” diye seslenince, yüzünde bir gülümseme beliriyordu. Ben de bunun kendimden büyük kişilere yönelik kullandığım hitap şekli olduğunu açıkladım. Hocama şu geçen günkü Batılıyı sordum. Hocam bu Batılının garip bir kişi olduğundan, şu an Kamakura’da bulunmadığından da bahsettiği konuşmasının sonunda, Japonlar içinde bile pek fazla arkadaşı olmamasına rağmen, böyle bir yabancıyla yakınlaşmasının çok garip olduğundan söz etti. Nihayetinde hocama dönüp gözümün onu bir yerlerden ısırdığını ama bir türlü hatırlayamadığımı söyledim. Gençliğimden olacak, içimden “Muhatabım da benimle aynı hisleri paylaşıyor olmasın?” diye merak etmekteydim. Bu şekilde içten içe hocamın vereceği cevabı tahmin etmeye çalışıyordum. Fakat hocam bir süre düşündükten sonra, “Yüzünüzü hiç mi hiç hatırlamıyorum, galiba beni biriyle karıştırdınız,”