“Şu dünyada kadın bildiğim sadece bir kişi var. Eşimden başka yeryüzündeki kadınların hemen hiçbirisinin gözümde kadın olarak bir çekiciliği yok. Sağ olsun, o da beni gökkubbenin altındaki tek erkekmişim gibi görüyor. Bu açıdan, yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor.”
Konuşmanın öncesini unuttuğum için hocamın böyle kişisel bir meseleyi benimle ne amaçla paylaştığını net olarak söyleyemem. Lakin hocamın o anki ciddi tavrı ve ses tonundaki kasvet, şimdi bile hafızamda yer etmekte. Yalnız, o vakit kulağıma garip gelen şey “Yeryüzünün en mesut çifti biz olmalıymışız gibi geliyor,” şeklindeki son sözleriydi. Hocam neden “Yeryüzünün en mutlu çiftiyiz,” diyemeyip “Öyle olmamız gerekiyor,” demişti? İşte sadece bu ifade içime bir şüphe düşürmüştü. Özellikle hocamın bunu bir çeşit vurguyla, üstüne basa basa söyleyişi bana garip geliyordu. Hocam gerçekten mutlu muydu veyahut mutlu olması icap ederken acaba pek o kadar da mutlu değil miydi? İçten içe şüphelenmeden edemiyordum. Ne var ki bu şüphelerim az bir zaman sonra yok olup gitmişti.
Bu süre zarfında gittiğimde, hocamı evde bulamadığım bir vakit, hanımefendiyle baş başa sohbet etme fırsatım olmuştu. Hocam o gün Yokohama’dan demir alacak buharlı gemiyle16 yurtdışına gidecek arkadaşlarını uğurlamaya Şimbaşi’ye17 gittiğinden evde yoktu. O zamanlar Yokohama’dan bu gemiye binecek kişiler, önce Şimbaşi’de sabah sekiz buçuk buharlı trenine binerlerdi. Ben bir okumam için hocamın yardımına ihtiyaç duymuş ve önceden hocamın iznini de almış olarak sözleştiğimiz gibi saat dokuzda kendisini ziyarete gelmiştim. Hocamın Şimbaşi’ye gidişi, bir gün önce lütfedip vedalaşmaya gelen arkadaşlarına yönelik bir nezaket gereği gerçekleşmişti ve hesapta olmayan bir durumdu. Kendisi hemen döneceği için evde olmasa da benim beklememi istemişti. Bunun üzerine ben de misafir odasına geçip hocamı beklerken hanımefendiyle sohbete koyuldum.
11
Üniversite öğrencisi olmamın üzerinden epey zaman geçmişti. İlk kez hocamın evine gelişimden beri oldukça olgunlaştığımı hissediyordum. Hanımefendiyle de artık iyice yakınlaşmıştık. Hanımefendiye yönelik bir çekingenlik duymuyordum. Karşılıklı havadan sudan konuşuyorduk. Fakat kayda değer bir mesele üzerinde konuşmamış olmalıyız ki şimdi hepsini unutmuşum.
Konuşmalarımız içinden zihnimde yer eden sadece bir şey var ama bundan bahsetmeden önce söylemek istediğim bir şey daha var. Hocam üniversite okumuş biriydi. Bunu başından beri biliyordum. Bununla beraber hocamın hiçbir iş yapmadan boşta gezdiğini ilk defa Tokyo’ya dönüşümün üzerinden bir müddet geçince fark etmiştim. O zamanlar niye bir işle meşgul olmadığını merak ediyordum.
Hocam, bu dünyanın tanımadığı bir insandı. Bundan dolayı hocamın ihtisas alanını ya da düşüncelerini paylaşma şerefine nail olan kişi, kendisiyle çok yakın bir ilişki içerisinde olan bendenizden başkası olmasa gerekti. Bunun üzüntü verici bir şey olduğunu dile getirirdim hep. Hocam ise, “Benim gibi birinin bu âlemin içine çıkıp da iki kelam etmesi olacak iş değil,” deyip kestirir atardı. Bana göre böyle bir cevap aşırı bir alçakgönüllülük olduğundan, bu dünyayı küçümsediği hissini veriyordu. Aslında, hocamın şimdi isim yapmış eski sınıf arkadaşını pek rahat bir şekilde eleştirdiği de oluyordu. Bu tezadı açık açık dillendirdiğim de oldu. Bu hislerimin kaynağı hocama karşı gelmem değil, dünyanın kendisinin varlığından bihaber halinden üzüntü duymamdı. O vakit hocam, çaresiz bir tavırla, “Ne yapsam ne etsem artık ben, bu dünyada nasibini arayacak kabiliyeti kalmamış bir adamım,” diye cevapladı. Hocamın yüzünü çok derin bir ifade kaplamıştı.
Bu bir umutsuzluk mu, yakınma mı yoksa ıstırap mıydı anlayamadım ama insanda diyecek söz bırakmayacak kadar kuvvetli bir ifade olduğundan, bundan öte bir şeyler söyleyecek cesareti kendimde bulamadım.
Hanımefendiyle yaptığımız konuşma döndü dolaştı, hocama geldi.
“Hocam acaba neden evlerindeki tefekkür ve çalışmalarıyla yetiniyor ve dünyaya karışıp bir meslekle meşgul olmuyorlar?”
“Onun gibi birisi için mümkün değil. Böyle bir şeyden nefret edecektir.”
“Bunun aşağı bir şey olduğunu mu düşünmektedirler acaba?”
“Öyle düşünüp düşünmeyeceği kadın başıma benim anlayacağım bir şey değil ama herhalde böyle bir mana çıkartılamasa gerek. Bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor belki de. Acı bir şey.”
“Fakat hocam sağlıklı ve bedenen herhangi bir rahatsızlığı yok gibi görünüyor, değil mi?”
“Sağlıklı birisidir. Herhangi bir rahatsızlığı yok.”
“Öyleyse acaba neden bir meşgalesi olamıyor?”
“Bilemezsiniz. Bu kadarını anlıyor olsaydım kendisi hakkında böyle endişe duyar mıydım? Anlaşılamadığından bu kadar acı veriyor ya.”
Hanımefendi gayet acıklı bir tarzda konuşuyordu. Fakat dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Dışarıdan bakıldığında ben daha kasvetli duruyordum. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp sükût etmiştim. Derken hanımefendi sanki birden bir şey hatırlamışçasına tekrar konuşmaya başladı.
“Gençken öyle birisi değildi. Gençken tümden farklıydı. Sonra tamamen değişiverdi.”
“Genç derken ne kadar zaman öncesini kastediyorsunuz?”
“Öğrencilik yıllarını.”
“Öğrencilik yıllarından beri hocamla tanışıyor muydunuz?”
Birden hanımefendinin yüzü hafifçe kızardı.
12
Hanımefendi bir Tokyoluydu. Bunu vaktinde hem hocamdan hem de hanımefendinin kendisinden birkaç kere duymuştum. Hanımefendi “İşin doğrusu ben melez sayılırım,” demişti. Babası Tottori18 gibi bir yerden gelmesine karşın, annesi ta Edo19 zamanının İçigaya’sında20 doğduğundan, hanımefendi şakayla karışık böyle bir şey söylemişti. Bu arada hocamın memleketi tamamen başka bir yer, Niigata’ydı21. Bu sebeple şayet hanımefendinin hocamı talebelik yıllarından tanıdığını kabul edersek, bunun hemşerilikle alakalı bir şey olmadığı açıktı. Lakin yüzü hafifçe kızaran hanımefendi, bu konuda daha fazla konuşmak istemiyor gibi göründüğünden, ben de soru sormaya devam etmedim.
Hocamla karşılaşmamdan vefatına kadar hocamın birçok mesele karşısındaki düşünce ve hissiyatına tanıklık ettimse de kendisinden evlilik dönemine dair hemen hemen hiçbir şey duymak nasip olmadı. Kimi zaman bunu iyiye yorardım. Bir büyüğüm olarak benim gibi genç biriyle aşk hayatı hakkında konuşmaktan bilerek uzak durduğunu düşünüyordum. Kimi zaman da bunu kötüye yorduğum oluyordu. Hem hocam hem de hanımefendinin, eski neslin adabına göre yetiştiklerinden, öyle aşk meşk meselelerinde içlerini dürüstçe dökecek cesarete sahip olmamaları da muhtemeldi. Elbette bu iki düşüncem de varsayımdan öteye geçemiyordu. Kurguladığım her iki senaryoda da aralarında şaşaalı bir duygusallığın vuku bulduğu varsayımı hâkimdi.
Bu tahminimde yanılmış da sayılmazdım. Fakat ben bu aşkın sadece bir bölümünü hayal etmekten öteye gidememiştim.