Hocam hafiften bir nezle geçirdiğinden, misafir odasına geçmek zahmetli olur diye beni kütüphaneye buyur etti. Kütüphanenin penceresinden kış geleli beri ender görülüp kendini özleten narin güneş ışığı giriyor ve masanın ayaklarını parlatıyordu. Hocam yılın o günlerinde evin en iyi köşesi olan bu odanın ortasına büyük bir maltız koymuş, üçayağın üstüne yerleştirdiği çaydanlıktan çıkan su buharıyla nefesini rahatlatmak niyetindeydi.
“Büyük hastalık neyse de, az bir soğuk algınlığı gibisi daha can sıkıcı, değil mi?” diyen hocam, acı bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu.
Hocamın adamakıllı hasta denecek kadar hasta olmuşluğu yoktu. Sözlerini duyunca gülesim geldi.
“Ben de soğuk algınlığı kadarına katlanabilirim ama ondan ötesi bana uzak dursun. Sizin için de aynı olsa gerek. Başınıza geldiğinde anlarsınız.”
“Belki de öyledir. Hasta olacaksam ölümcül olanını yeğlerim.”
Hocamın söylediklerini pek o kadar ciddiye almamıştım. Hemen annemden gelen mektup konusunu açıp borç para talep ettim.
“Öyleyse durum ciddi. O kadarı elimizin altında olsa gerek. Verelim de onunla yola çıkın.”
Hocam, hanımefendiyi çağırıp gereken meblağı önüme koydurdu. Parayı kendi çay takımı dolabı gibi bir şeyin çekmecesinden getiren hanımefendi, beyaz kâğıdın üzerine paraları narince koyup “İnsan ister istemez endişeleniyor, değil mi?” dedi.
Hocam, “Sık sık baygınlık geçiriyor muymuş?” diye sordu.
“Mektupta hiçbir şey yazmıyor. Bu şey sık sık tekrar etmeye mi meyillidir?”
“Öyle.”
Hocam, hanımefendinin annesinin de babamınkiyle aynı hastalıktan öldüğü konusunu ilk defa açmış oldu.
“Her hâlükârda durumu kötü olmalı,” dedim.
“Öyle vesselam. Mümkün olsa da onun yerinde ben olsaydım. Mide bulantıları var mıymış?”
“Pek söz etmediğine göre, bulantıları hemen hemen hiç olmasa gerek.”
Hanımefendi, “Bulantı gelmiyorsa henüz durumu iyidir,” dedi.
O günün akşamı buharlı trenle Tokyo’dan ayrıldım.
22
Babamın durumu düşündüğüm kadar kötü çıkmadı. Ancak eve vardığımda, hasta yatağında bağdaş kurmuş bir vaziyette, “Millet endişelenmesin diye dişimi sıkıp böyle yatmaya devam ediyorum. Artık kalksam da sakıncası yok,” diyordu. Fakat aradan bir gün geçmişti ki annemin durdurmasına aldırmayıp nihayet yatağını kaldırttı. Annem istemeye istemeye yorganı katlarken, “Babanın sen gelince birden gücü yerine geldi,” dedi. Ben de babamın bu tavrını kendini olduğundan iyi gösterme uğraşı olarak görüyordum.
Abim, Kyūşū29 gibi uzak bir yerde bir işle meşguldü. Yani çok hususi bir durum haricinde, işlerinden başını kaldırıp anne babasının yüzünü görecek hali yoktu. Ablam başka bir ile gelin gitmişti. Bu yüzden de acilen yetişip gelecek bir durumda değildi. Anlaşılan, üç kardeş içinde en müsait olanı talebe olmam sebebiyle sadece bendim.
Annemin buyruğuna uyup, okulun derslerini bir yana bırakarak tatilden önce dönüp gelmemden babam büyük bir memnuniyet duymuştu. “Bu kadarcık bir hastalık için okulunu ihmal ettirmekle ayıp ettik. Annen mektupta işi iyice velveleye vermiş, hiç iyi olmadı bu.”
Babam böyle diyordu. Demekle de kalmayıp şimdiye kadar serili duran hasta yatağını kaldırtıp her zamanki gibi dinç bir görüntü çiziyordu.
“Sakın ha durumu iyice hafife alıp hastalığı tekrar azdırma.”
Babam uyarılarımı memnuniyetle karşılamakla birlikte pek ciddiye almıyordu.
“Bir şeycikler olmaz. Böyle her zamanki gibi kendime dikkat etsem yeter.”
Doğrusu babam iyi görünüyordu. Evde rahatça dolaşıyor, nefes nefese kalmadığı gibi kendini kaybettiği de olmuyordu. Bir tek benzinin rengi normal insanınkine nazaran gayet kötüydü ama bu da yeni çıkan bir şey olmadığından, biz de pek endişeleniyor değildik.
Hocama mektup gönderip borç para için teşekkürlerimi ilettim. Borcumu Tokyo’ya döneceğim yılbaşı zamanı ödeyeceğimi söyleyip o vakte kadar beklemelerini rica ettim. Bu arada babamın hastalığının düşündüğüm kadar ağır olmadığını bildirdim. Göründüğü üzere endişelenecek bir şey yoktu, baş dönmesi olmadığı gibi bulantı ve benzeri belirtilerden hiçbiri de yoktu. Son olarak da nezaketen kısaca hocamın soğuk algınlığının ne durumda olduğunu sordum. Hastalığını pek ciddiye almıyordum.
Bu mektubu gönderirken hocamdan cevap gelir diye bir beklentim yoktu. Gönderdikten sonra anne babama hocamdan bahsederken, gözümün önüne hocamın kütüphanesi geliyordu.
Annem, “Tokyo’ya dönüşünde hocana şiitake mantarı30 götür,” dedi.
“Tamam da, hocam kurutulmuş şiitakeyi yer mi acaba?”
“Çok lezzetli olmasa da nefret edeni de yok.”
Hocam ile şiitake mantarını bir arada düşünmek bana garip geldi.
Hocamdan cevap gelmesi beni biraz şaşırttı. Özellikle de öylesine yazılmış gibi görünmesi şaşırtmıştı aslında. “Hocam sadece nezaketen bir cevap buyurmuş,” diye düşündüm. Öyle düşününce de bu basit mektup, benim için oldukça büyük bir sevinç kaynağı oldu. Elbette bunda hocamdan aldığım ilk mektup olmasının da payı vardı.
“İlk” deyince hocamla yazışmalarımız devam etmiş gibi anlaşılabilir ama işin aslının öyle olmadığını burada belirtmek isterim. Hocamın ömrü boyunca, kendisinden sadece ve sadece iki mektup aldım. Bunlardan ilki şimdi bahsettiğim bu basit mektuptu; ikincisi ise hocamın ölmeden önce özellikle bana hitaben yazdığı oldukça uzun bir mektuptu.
Hastalığının tabiatı gereği babamın fazla hareketten kaçınması icap ettiğinden, hasta yatağını kaldırmamız sonrası da hemen hemen hiç dışarı çıkmıyordu. Bir keresinde havanın oldukça yumuşak olduğu bir günün öğleden sonrası bahçeye indiği oldu ama o zaman da tedbiri elden bırakmayarak ben babamın koluna girmiş vaziyette yanında bulundum. Endişeyle babamın elini omzuma almaya çalışsam da babam tebessüm ederek buna yanaşmıyordu.
23
Sıkıcı bir rakip olan babamla bol bol şōgi31 oynuyorduk. Her ikimiz de tembel tabiatlı olduğumuzdan, kotatsunun32 dibine sokulmuş halde oturduk, oyun tahtasını yorganın üzerine yerleştirip sadece hamle yapmak için ellerimizi yorgandan dışarı çıkarıyorduk.
Kimi zaman alınan pullar kayboluyor, bir sonraki oyuna kadar ikimizin de bundan haberi olmuyordu. Bir keresinde bunlardan birini annemin küller arasında bulup maşayla tutup çıkardığı ilginç bir hadise de geçti başımızdan.
“Go’nun33 sehpası çok yüksek,