Şüphesiz, Tokyo’ya hocamı ziyaret etme niyetiyle dönmüştüm. Döndükten sonra derslerin başlamasına daha dolu dolu iki hafta olduğundan, “Bu süre zarfında bir kere hocamı ziyaret edeyim,” diye aklımdan geçirmekteydim. Ama dönüşümün üstünden iki üç gün geçmesiyle birlikte Kamakura’dayken içimde olan o itici güç giderek zayıflamıştı. Dahası, büyük şehrin eski anılarımı canlandıran renkli havasının etkisi iliklerime kadar işlemekteydi. Okula gidip gelen talebelerin yüzlerini her görüşümde, yeni döneme yönelik bir umut ve heyecan hissediyordum. Uzun süre hocam aklıma gelmedi.
Derslerin başlamasının üzerinden bir aylık bir süre geçmişti ki içimi bir rehavet kapladı. Nedendir bilinmez okula sıkkın bir yüzle gider gelir olmuştum. Odamda gözlerim sanki bir şeyler arar gibi dolanıyordu. Hocamın siması tekrar gözümde canlandı. Kendisini bir kez daha görmek istiyordum.
Hocamın evini ilk ziyaret ettiğimde kendisi evde yoktu. İkinci kez gidişim bir sonraki pazar günüydü diye hatırlıyorum. Açık hava sanki içime işliyormuş gibi hissettiğim hoş bir güz günüydü. O gün de hocam evde yoktu.
Kamakura’dayken hocamın ağzından genelde evde durduğunu işitmiştim. Pek dışarı çıkmayı sevmediğinden de söz etmişti. İki kere gelip de ikisinde de kendisiyle buluşamayınca, bu sözlerini hatırlayıp bir huzursuzluk hissettim. Evin eşiğinden hemen ayrılamadım. Hizmetçi kızın yüzünü görünce, çekingen bir tavırla orada beklemeye devam ettim. Hizmetçi kız, adımı ve kartımı verdiğimi hatırlamış olmalıydı ki beni kapıda bekletip içeri girdi.
Sonra evin hanımına benzeyen bir kişi onun yerine kapıda belirdi. Güzel bir hanımefendiydi. Kibarca hocamın nereye gittiğini izah etti. Hocamın her ayın o gününde Zōşigaya Mezarlığı’nda8 çiçek sunma âdeti varmış.
Üzüntülü bir halde, “Az önce çıktı, on dakika ya oldu ya olmadı,” dedi. Ben de saygıyla eğilip oradan ayrıldım. Hayat dolu şehrin içine doğru bir miktar yürümüştüm ki, “Hazır dolaşmaya niyetlenmişken Zōşigaya’ya kadar gidivereyim,” dedim. İçimde “Hocamla karşılaşır mıyım acaba?” diye bir merak belirmişti. Dönüp doğruca oraya yöneldim.
5
Mezarlığın hemen önündeki çeltik tarlasının solundan mezarlığa girip iki tarafında da akçaağaçlar dikili geniş yoldan içeri doğru ilerledim. Derken yolun sonunda gözüken çayevinden, hocama benzer biri çıkıverdi birden. Bu adama, gözlük çerçevelerinin güneşte parladığını fark edinceye kadar yaklaştım. Hemen ardından da “Hocam!” diye haykırdım. Hocam birden irkilip yüzüme baktı.
“Nasıl olur! Nasıl olur!”
Hocam aynı ifadeyi iki kez tekrarlamıştı. Bu sözleri öğle vaktinin derin sessizliğinde yakışıksız bir halde tekrar etmişti. Bir anda ne cevap vereceğimi bilemedim.
“Arkamdan takip edip de mi geldiniz? Ama neden?”
Hocamın nispeten sakin bir hali vardı. Ses tonu da nispeten düşüktü. Ama bu görünümü gölgeleyen, tam ifade edemeyeceğim bir sis perdesi vardı. Neden oraya kadar gittiğimi hocama anlattım.
“Eşim, kabrini ziyaret etmeye gittiğim kişinin adını da söyledi mi?”
“Hayır, böyle bir şey ifade buyurmadılar.”
“Demek öyle, nihayetinde böyle bir şey beklenemezdi de. Sizin gibi ilk defa karşılaştığı birine… Söylemesi icap etmez.”
Hocam yavaş yavaş rahatlıyor gibi görünüyordu. Ne var ki ben bunun ne anlama geldiğini hiç anlamamıştım. Birlikte yola çıkmak üzere mezarların arasından geçtik. Sağlı sollu sıralanan “İzabel’in Mezarı”, “Tanrı Kulu Login’in Mezarı” yazılı mezarlıkların yanı başında, üzerinde “Her canlı içinde Buda’nın özünü taşır,” yazılı tahta tabletler dikiliydi. Birinde de falanca tam yetki bakanlığı diye yazılmıştı. Üzerine Çin harfleriyle yazılmış yazıyı okuyamadığım bir mezarın başında, “Bu nasıl okunuyor acaba?” diye hocama sordum. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle, “Andrew diye okunuyor olsa gerek,” dedi.
Hocam oradaki mezar taşlarında anlatılan kişi ve çeşitli merasimleri benim kadar ilginç bulmuyor gibiydi. Ben mezarların üstündeki yuvarlak taşı, ince uzun taş kitabesini falan işaret edip oradan buradan laflama arzusundayken, hocam önce sadece susup dinlemekle yetinmiş ve sonunda, “Siz ölüm gerçeğini adamakıllı hiç düşünmediniz değil mi?” demişti. Susup kalmıştım. Hocam da onun üstüne başka bir şey söylemedi.
Mezarlığın yol ayrımında büyükçe bir gingko ağacı9 gökyüzünü saklarmışçasına önümüzde bitiverdi. Altına kadar geldiğimizde hocam, başını kaldırıp ağacın tepesine bakarken, “Az bir zamanı kaldı. Bu ağacın yaprakları sararıp düşecek; altın rengindeki yapraklar toprağı örtecek,” dedi. Hocam her ay bir kez mutlaka bu ağacın altından geçerdi.
İleride engebeli araziye çekidüzen verip yeni bir mezar açmakta olan adam, kazmayı tutan elini indirip bize baktı. Biz oradan sola dönüp doğruca ana yola çıktık. Sonrasında gideceğim bir yer olmadığından, hocamla aynı istikamette yürümeye devam etmiştim. Hocam her zamankinden daha suskundu. Yine de ben pek o kadar can sıkıntısı hissetmediğimden, sallana sallana ona eşlik etmiştim.
“Doğruca evinize mi döneceksiniz?”
“Evet, gideceğim bir yer yok çünkü.”
Yine suskunlaşarak güneye doğru yokuş aşağı ilerledik.
“Orada aile mezarlığınız mı var?” diye tekrar ortaya bir laf attım.
“Hayır.”
“Bir akrabanızın mezarı mı var?”
“Hayır.”
Hocamın ağzından başka hiçbir şey çıkmadı. Ben de konuşmayı devam ettirmedim. Derken, bir müddet yürüdükten sonra, hocam ansızın o konuya geri döndü.
“Orada arkadaşımın mezarı var.”
“Her ay arkadaşınızın mezarını mı ziyaret ediyorsunuz?”
“Evet, öyle.”
Hocam o gün bundan başka bir şey söylememişti.
6
Artık hocamı ara sıra ziyaret ediyordum. Ne zaman gitsem kendisini evinde buluyordum. Art arda yaptığım ziyaretlerle hocamın eşiğini iyice aşındırır olmuştum.
Ama hocamın bana karşı olan tavrı, ilk kez selamlaştığımız o zamanla sonrasında samimi olduğumuz süre arasında hiç değişmemişti. Hocam