Nyberg elini kaldırıp Wallander’in sözlerini kesti.
“Ben patolog değilim,” dedi. “Ama Svedberg’in çarşamba günü öldüğünü sanmıyorum.”
“O zaman Svedberg dün neden işe gelmedi? Bu sorunun cevabını bulmalıyız,” dedi Wallander. “Neden telefon etmedi? Ne zaman öldürüldü?”
Wallander odadakilere Ylva Brink’le yaptığı görüşmeyi anlattı. “Svedberg’in görüştüğü tek akrabası olduğunu belirtmesinin yanında bana oldukça garip gelen bir şey daha söyledi. Son birkaç haftadan beri Svedberg’in, işlerinin yoğun olmasından ötürü şikâyet ettiğini söyledi ama Svedberg tatilden daha yeni dönmüştü. Özellikle onun tatillerde alabildiğine tembellik yaptığını bilen biri olarak bu sözlere bir anlam veremedim.”
“Tatillerde bir yerlere gitmez miydi?” diye sordu Martinson.
“Pek gitmezdi. Günübirliğine Bornholm’e ya da birkaç günlüğüne feribotla Polonya’ya giderdi. Ylva Brink de bunları onayladı. Zamanının büyük bir bölümünü hobileriyle geçirirdi. İki hobisi vardı: bunlardan biri Kızılderililerin tarihçesini incelemek, diğeri de amatör olarak astronomi ile ilgilenmek. Ylva Brink onun çok pahalı bir teleskobu olduğunu söyledi ama teleskobu henüz bulamadık.”
“Kuşları izlemeye gittiğini sanıyordum,” dedi Hansson uzun zamandan beri ilk kez konuşarak.
“Bazen giderdi ama sık değil,” diye karşılık verdi Wallander. “Ylva Brink’in onu çok iyi tanıdığını kabul etmeliyiz ve ona göre de yıldızlarla Kızılderililer çok önemliydi.”
Çevresine bakındı. “Neden çok çalıştığını söyledi? Bu ne anlama geliyor? Belki de sandığımız gibi önemli bir nedeni yoktu ama bunu düşünmekten de kendimi alamıyorum.”
“Toplanmadan önce onun en son ne üstünde çalıştığına baktım,” dedi Höglund. “Tatile çıkmadan önce kaybolan gençlerin aileleriyle konuşmuş.”
“Hangi gençlerin?” diye sordu Holgersson şaşkınlıkla. Wallander konuyu açıkladıktan sonra Höglund sözlerini sürdürdü.
“Tatile çıkmadan önceki son iki günü Norman, Boge ve Hillström aileleriyle görüşerek geçirmiş. Masasını baştan sona aramama karşın söz konusu bu görüşmelere ilişkin herhangi bir not bulamadım.”
Wallander ve Martinson bakıştılar.
“Bu doğru olamaz,” dedi Wallander. “Üçümüz de bu ailelerle görüştük. Ortada bir cinayet ya da bir suç olmadığından ailelerle daha fazla görüşmenin bir anlamı olmayacağına karar vermiştik.”
“Öyle ama o yine de gidip görüşmüş,” dedi Höglund. “Takvimine de görüşmelerinin saatini yazmış.”
Wallander bir an düşündü. “Bu da Svedberg’in bizlere haber vermeden konuyla tek başına ilgilendiğini gösteriyor.”
“Hiç de onun tarzı değil,” dedi Martinson.
“Doğru,” diye karşılık verdi Wallander. “Bu da işe gelmeyeceğini haber vermemesi kadar garip.”
“Bu bilgiyi kolayca doğrulayabiliriz,” dedi Höglund.
“Bunu lütfen sen üstlen,” dedi Wallander. “Ayrıca Svedberg’in ne tür sorular sorduğunu da öğren.”
“Her şey çok garip,” dedi Martinson. “Çarşamba gününden beri bu gençlerle ilgili Svedberg’i arayıp durduk ama şimdi artık o yaşamıyor ve biz hâlâ onlar hakkında konuşuyoruz.”
“Yeni bir gelişme mi var?” diye sordu Holgersson.
“Gençlerden birinin annesinin aşırı derecede kaygılanması dışında yeni bir şey yok. Kızı bir kart daha yollamış.”
“Peki ama bu iyi bir şey değil mi?”
“Kadına göre biri kızının el yazısını taklit etmiş.”
“Bunu kim, neden yapar ki?” diye sordu Hansson. “İnsan neden birinin yazısını taklit edip kart göndermeye kalkar ki? Çek olsaydı anlardım ama kartpostalları anlamak kolay değil.”
“Bence şimdilik bu iki olayı birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz,” dedi Wallander. “Öncelikle Svedberg’in katilinin ya da katillerinin izini nasıl süreceğimiz üzerinde yoğunlaşalım.”
“Birden fazla katilin olduğunu gösteren bir delil yok,” dedi Nyberg.
“Olmadığından emin olabilir misin?”
“Hayır.”
Wallander ellerini iki yana açtı. “Şu an hiçbir şeyden emin değiliz,” dedi. “Onun için de olayı çok geniş bir yelpazede değerlendirmeliyiz. Birkaç saat içinde Svedberg’in ölümünü duyuracağız, ondan sonra somut adımlar atmak zorundayız.”
“Bunun en önemli önceliğimiz olduğunu belirtmeme gerek olmadığını sanıyorum,” dedi Holgersson. “Diğerleri bekleyebilir.”
“Basın toplantısı,” dedi Wallander. “Şimdi onu ele alalım.”
“Bir polis öldürüldü,” dedi Holgersson. “Basına, olanları olduğu gibi anlatalım. Elimizde somut bir şey var mı?”
“Yok,” dedi Wallander.
“O zaman biz de basına bunu söyleyeceğiz.”
“Ne kadar ayrıntı verelim?”
“Çok yakından ateş edilmiş. Cinayet aletini bulduk. Bu bilgiyi saklamanın bir gereği var mı?”
“Yok,” dedi Wallander ve arkadaşlarına baktı. Kimse buna karşı çıkmamıştı.
Holgersson ayağa kalktı. “Senin de orada olmanı istiyorum,” dedi. “Aslında hepiniz olsanız iyi olur. Hem meslektaşımız hem de bir dostumuz öldürüldü.”
Basın toplantısından on beş dakika önce buluşmaya karar verdiler.
Holgersson toplantı odasından ayrıldı. Kapı kapanınca mum söndü. Höglund mumu yeniden yaktı. Bildikleri şeylerin üstünden bir kez daha geçtiler ve iş bölümü yaptılar. Tekrar çalışma havasına girmişlerdi. İşleri bitmek üzereydi, Martinson bir konuya daha parmak bastı.
“Gençlerin şimdilik bir kenara bırakılıp bırakılmaması konusunda bir karar vermemiz gerekiyor.”
Wallander bu konuda kararsızdı ama son kararı kendisinin vermesi gerektiğini de biliyordu.
“Şimdilik o konuyu bir kenara bırakalım,” dedi. “En azından birkaç gün. Svedberg olağanüstü sorular sormamışsa gençlerin aileleriyle yeniden görüşürüz.”
Saat dokuzu çeyrek geçiyordu. Wallander bir fincan kahve alıp odasına gitti. Masanın üstünden bir not defteri alıp ilk sayfaya Svedberg diye yazdı. Hemen altına da bir çarpı işareti koydu. Daha ileriye gidemedi. O gece aklına gelen tüm düşünceleri kâğıda dökmek istiyordu ama başaramamıştı. Kalemi bırakıp pencereye doğru gitti. Ağustos sabahı güneşli ve sıcaktı. Bu olayda bazı taşların yerine oturmadığına ilişkin o duyguyu yeniden hissetti. Nyberg eve hırsızlık süsü verildiğini düşünüyordu. Öyleyse bu süsü kim, neden vermişti?
Telefon rehberinden Sture Björklund’un numarasını bulup çevirdi. Telefon çalıyordu.
“Başınız sağ olsun,” dedi Wallander.
Sture Björklund’un sesi mesafeli