“Onlarla görüşmeyi sürdüreceğim.”
Martinson yerinden kalktı. Bir polis mutfağa geldi.
“Dışarıda bir gazeteci var,” dedi.
Lanet olsun, diye geçirdi içinden Wallander. Demek birileri hiç zaman yitirmeden basına haber vermişti. Holgersson’a baktı.
“Öncelikle akrabalarını aramalıyız,” dedi Holgersson.
“Bu işi öğleye kadar bitirmeliyiz,” diye karşılık verdi Wallander.
Mutfak kapısında bekleyen polise döndü. “Şu anda hiçbir açıklama yapılmayacak,” dedi. “Ama daha sonra yapacağız.”
“Sabah saat on birde,” diye ekledi Holgersson.
Polis arkasını dönüp uzaklaştı. Nyberg’in, oturma odasında birine bağırdığını duydular. Sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Nyberg’in öfkesi saman alevi gibiydi. Wallander çalışma odasına gitti, yere düşmüş telefon defterini alıp mutfağa döndü. Ylva Brink’in numarasını bulup soru sorarcasına Holgersson’a baktı.
“Sen ara,” dedi Holgersson.
Hiçbir şey birine yakın bir akrabasının ölüm haberini vermek kadar zor değildir. Böylesi durumlarda Wallander koşullar elverdiğince bu acı haberi yalnız vermez, yanına bir de polis alırdı. Böylesi durumları sayısız kez yaşamasına karşın yine de hâlâ alışamadığını hissediyordu. Ylva Brink, Svedberg’in tek yakın akrabası olmasa bile işi yine de çok zordu. Telefon çalmaya başlayınca tüm bedeninin gerildiğini hissetti.
Ylva Brink’in telesekreteri devreye girerek gece vardiyasında hastanede çalıştığı mesajını iletti. Wallander ahizeyi yerine koydu. İki yıl önce Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye hastaneye gittikleri birden aklına geldi. Ama ne yazık ki Svedberg artık yaşamıyordu. Wallander gerçeği henüz tam olarak algılayabilmiş değildi.
“Hastanede,” dedi. “Gidip onu görmeliyim.”
“Evet, bunu bir an önce yapmakta yarar var,” dedi Lisa Holgersson. “Svedberg’in bilmediğimiz başka akrabaları da olabilir.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Holgersson haklıydı.
“Benim de gelmemi ister misin?” diye sordu Holgersson.
“Gerek yok,” diye karşılık verdi.
Wallander yanında Ann-Britt Höglund’un olmasını yeğlerdi. Genç kadını düşününce ona haber vermedikleri aklına geldi.
Oysa o da burada diğerleriyle birlikte çalışıyor olmalıydı, diye geçirdi içinden.
Holgersson yerinden kalkıp mutfaktan çıktı. Wallander onun boşalttığı sandalyeye oturup Höglund’un numarasını çevirdi. Uykulu bir erkek sesi telefonu açtı.
“Ann-Britt’le konuşmak istiyorum. Ben Wallander.”
“Kim?”
“Kurt. Emniyetten.”
Adamın sesi hâlâ uykuluydu ama öfkelenmişti de.
“Neler oluyor?”
“Orası Ann-Britt’in evi değil mi?”
“Burada bu isimde bir kaltak oturmuyor,” diye homurdanarak telefonu kapattı adam. Wallander yanlış numara çevirdiğini fark etti. Yeniden ama bu kez ağır ağır numaraları çevirdi. Höglund, Holgersson gibi ikinci çalışta telefona yanıt verdi.
“Ben Kurt.”
Genç kadının sesi uykulu çıkmıyordu. Belki de uyanmıştı. Sorunları onu uyutmamış olabilirdi. Şimdi sorunlarına bir tane daha eklendi, diye geçirdi içinden Wallander.
“Ne oldu?”
“Svedberg öldü, öldürüldü.”
“Olamaz.”
“Ne yazık ki oldu. Lilla Norre Caddesi’ndeki evinde öldürülmüş.”
“Nerede oturduğunu biliyorum.”
“Buraya gelebilir misin?”
“Hemen geliyorum.”
Wallander telefonu kapattı, yerinden kalkmadı. Teknisyenlerden biri başını mutfak kapısından içeri uzattı ama Wallander eliyle ona gitmesini işaret etti. Birkaç dakika bile olsa düşünmek istiyordu. Tüm bu olaylarda garip bir şeyler olduğunu seziyordu. Birbirine uymayan, garip şeyler. Teknisyen yeniden içeri girdi.
“Nyberg sizinle konuşmak istiyor.”
Wallander yerinden kalkıp oturma odasına gitti. Görevliler burada tedirgin bir şekilde acı içinde çalışıyorlardı. Svedberg renkli biri değildi ama herkes onu severdi. Artık ölmüştü.
Doktor cesedin yanına çömelmişti. Odanın içinde zaman zaman flaşlar patlıyordu. Nyberg not tutuyordu. Kapının eşiğinde duran Wallander’in yanına geldi.
“Svedberg’in silahı var mıydı?”
“Av tüfeği mi demek istiyorsun?”
“Evet.”
“Bilmiyorum ama olduğunu sanmıyorum.”
“Katilin silahı burada bırakması garip.”
Wallander evet dercesine başını salladı. Bu onun da aklına ilk gelen şey olmuştu.
“Burada daha başka garip bir şeylere rastladın mı?”
Nyberg gözlerini kıstı. “Bir meslektaşımızın kafasının havaya uçurulması yeterince garip değil mi?”
“Ne demek istediğimi biliyorsun.”
Wallander, Nyberg’in yanıtını beklemedi. Arkasını dönüp uzaklaştı. Holde Martinson’la karşılaştı.
“Nasıl geçti? Zamanı öğrenebildin mi?”
“Kimse bir şey duymamış ama öğrendiğime göre pazartesiden beri binada sürekli birileri var. Ya bu katta ya da aşağı katta.”
“Ve kimse bir şey duymamış, öyle mi? Bu olanaksız.”
“Ağır işiten emekli bir öğretmen dışında hepsi de sağlıklı ve genç.”
Wallander anlayamıyordu. Biri mutlaka silah sesini ya da seslerini duymuş olmalıydı.
“Araştırmaya devam,” dedi. “Ben hastaneye gidiyorum. Svedberg’in kuzeni Ylva Brink’i hatırlıyorsun, değil mi?”
Martinson evet dercesine başını salladı.
“Ylva Brink büyük olasılıkla Svedberg’in tek akrabası.”
“Västergötland’da oturan bir teyzesi yok muydu?”
“Ylva’ya sorarım.”
Wallander aşağı indi. Temiz havaya gereksinimi vardı. Kapının önünde bir gazeteci bekliyordu. Wallander, onun Ystad’ın günlük gazetelerinden birinde çalıştığını hatırladı.
“Neler oluyor? Tüm birimler gece yarısı Karl Evert Svedberg adındaki bir polis memurunun evine çağrıldı, neden?”
“Şu anda hiçbir şey söyleyemem,” dedi Wallander. “Sabah saat on birde basına bir açıklama yapacağız.”
“Söyleyemez misiniz yoksa söylemeyecek misiniz?”
“Söyleyemem.”
Adı Wickberg olan gazeteci başını tamam dercesine salladı.
“Bu, birinin öldürüldüğü ve yakın akrabasına haber verilinceye dek sizlerin herhangi bir şey söyleyemeyeceği anlamına