Wallander, Lilla Norre Caddesi’nden çıkıp birkaç blok yürüdü, sonra arkasına baktı. Wickberg onu izlemiyordu. Wallander hemen Sladder Caddesi’ne doğru sağa saptı, sonra sola dönüp Stora Norre Caddesi’ne gitti. Susamıştı ve tuvalete gitmesi gerekiyordu. Etrafta tek bir araba bile yoktu. Bir binanın yanına yaklaşıp çişini yaptı. Sonra da yürümeyi sürdürdü.
Ters bir şeyler var, diye geçirdi içinden. Bu olayda garip bir şey var. Ne olduğunu bilmiyordu ama içini kemiren bu his gittikçe güçleniyordu. Karnında yoğun bir sancı vardı. Svedberg neden vurulmuştu? Başından vurulmuş birinin görüntüsü kadar korkunç bir görüntü olamazdı.
Wallander hastaneye gelmişti, acil servise yaklaşıp zili çaldı. Sonra doğumhaneye gitmek için asansöre bindi. İki yıl öncesini hatırlamıştı. Svedberg’le birlikte Ylva Brink’i görmeye gittikleri dün gibiydi sanki. Ne var ki artık Svedberg yaşamıyordu. Sanki hiç yaşamamış gibiydi.
Camdan çift kapının arasında birden Ylva Brink’i gördü. Bir an için göz göze geldiler. Ylva Brink onun kim olduğunu anımsamaya çalıştı. Sonra yerinden kalkıp kapıya yaklaştı. Wallander tam o sırada Ylva Brink’in bir tatsızlık olduğunu hissettiğini anladı.
5
Hemşirelerin dinlenme odasına geçip oturdular. Saat gecenin üçüydü. Wallander her şeyi anlattı. Svedberg ölmüştü. Bir av tüfeğiyle öldürülmüştü. Katilin kim olduğunu, bu cinayeti neden ve ne zaman işlediğini henüz bilmiyorlardı. Daha ayrıntılı bilgi vermekten kaçınmıştı Wallander.
Sözlerini tamamladığında gece nöbetçisi hemşirelerden biri odadan içeri girip Ylva Brink’e bir şey sormak istediğini söyledi.
“Daha sonra soramaz mısınız?” dedi Wallander. “Ben az önce ona yakın bir akrabasının ölüm haberini verdim.”
Hemşire odadan çıkarken Wallander ondan bir bardak su getirmesini rica etti. Ağzı o denli kurumuştu ki güçlükle konuşuyordu.
“Hepimiz şoktayız,” dedi Wallander hemşire çıktıktan sonra. “Olanları kimsenin aklı almıyor.”
Ylva Brink karşılık vermedi. Yüzü kireç gibi olmuştu ama kendini kaybetmemişti. Hemşire elinde bir bardak suyla geri geldi.
“Başka bir şey ister misiniz?” dedi.
“Hayır, teşekkür ederim,” diye karşılık verdi Wallander.
Suyu bir dikişte bitirdi ama susuzluğu hâlâ geçmemişti.
“Anlamakta zorlanıyorum,” dedi Ylva Brink. “Neden Svedberg?”
“Ben de aynı soruyu kendime sorup duruyorum,” diye karşılık verdi Wallander.
Ceketinin cebindeki kalemi aldı ama her zaman olduğu gibi bu kez elinde not defteri yoktu. Sandalyenin hemen yanında bir çöp kutusu duruyordu. Birinin üstüne bir dizi rakam karaladığı buruşuk kâğıt parçasını aldı, düzeltti, sonra masadaki dergilerden birinin üstüne koydu.
“Sana bazı sorular sormam gerekiyor,” dedi. “Svedberg’in en yakın akrabası kim? Doğrusunu söylemem gerekirse ben onun tek akrabası sen olduğunu düşünüyorum.”
“Annesiyle babası öldü, kardeşi de yok. Tek çocuktu. Benim dışımda bir kuzeni daha var. Ben onun baba tarafından kuzeni oluyorum, diğeri de anne tarafından. Adı Sture Björklund.”
Wallander ismi kâğıda yazdı.
“Ystad’da mı oturuyor?”
“Hedeskoga’nın dışında bir çiftliği var.”
“Demek çiftçi?”
“Kopenhag Üniversitesi’nde profesör.”
Wallander şaşırmıştı. “Svedberg’in ondan söz ettiğini hiç hatırlamıyorum.”
“Pek görüşmezlerdi. Eğer Svedberg’in hangi akrabasıyla görüştüğünü soracak olursan yalnızca benimle görüşürdü.”
“Yine de bu profesöre haber vermemiz gerek,” dedi Wallander. “Senin de tahmin edebileceğin gibi bu olay basında geniş yankı uyandıracak. Bir polisin vahşi bir cinayete kurban gitmesi oldukça ilginç bir haber.”
Ylva Brink ona dikkatle baktı. “Vahşi bir cinayet mi? Ne demek istiyorsun?”
“Yani öldürüldü demek istemiştim.”
“Evet, zaten başka ne olabilir ki?”
“Bu da benim ikinci sorum olacaktı,” dedi Wallander. “Sence intihar etmiş olabilir mi?”
“İntihar her zaman bir olasılık değil mi? Tabii geçerli koşullar altında demek istiyorum.”
“Evet.”
“Cesede bakarak bunun bir intihar mı yoksa cinayet mi olduğunu anlayamaz mısınız?”
“Evet genellikle anlarız ama bazı soruların da rutin gereği mutlaka sorulması gerekiyor.”
Ylva Brink karşılık vermeden bir süre düşündü.
“Zor zamanlar geçirdiğimde bunu ben de düşündüm. Neler yaşadığımı sadece Tanrı bilir. Ancak Karl’ın böylesi bir şey yapacağını asla düşünmezdim. İntihar etmiş olabileceğini sanmıyorum.”
“İntihar etmesi için hiçbir nedeni olmadığını mı söylemek istiyorsun?”
“Svedberg bence hiç de mutsuz biri değildi.”
“Ondan en son ne zaman haber almıştın?”
“Geçen pazar telefon etmişti bana.”
“Nasıldı?”
“Son derece olağandı.”
“Neden aramıştı?”
“Haftada bir mutlaka konuşurduk. O aramazsa ben arardım, ben aramazsam o arardı. Bazen de bana yemeğe gelirdi. Zaman zaman ben de ona giderdim. Belki hatırlarsın, kocam bir petrol gemisinde çalıştığı için genellikle evde olmaz. Çocuklar da büyüdü.”
“Svedberg yemek pişirir miydi?”
“Neden pişirmesin ki?”
“Onu mutfakta yemek pişirirken gözümün önüne getiremiyorum.”
“Hem de çok iyi bir aşçıydı, özellikle balık konusunda uzmandı.”
Wallander biraz gerilere döndü. “Demek pazar günü seni aradı. O gün 4 Ağustos’tu ve her şey yolundaydı, değil mi?”
“Evet.”
“Nelerden söz ettiniz?”
“Havadan sudan. Bana ne denli yorgun olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İşlerin çok yoğun olduğunu söylemişti.”
Wallander ona dikkatle baktı. “İşlerin çok yoğun olduğunu mu söylemişti?”
“Evet.”
“Ama izinden daha yeni dönmüştü.”
“Doğru, haklısın.”
Wallander bir sonraki sorusunu sormadan önce kısa bir an duraksadı. “Tatilde ne yaptığını biliyor musun?”
“Ystad’dan uzaklaşmaktan hiç hoşlanmadığını bilmem biliyor musun. Genellikle evde otururdu. Ya da birkaç günlüğüne Polonya’ya giderdi.”
“Peki ama evde ne yapardı? Hiç dışarı çıkmaz mıydı?”
“Kendince bazı hobileri vardı.”
“Ne gibi?”
Ylva Brink başını iki yana salladı.