“Hepsi bu kadar mı?”
“Şimdilik, ama yine görüşeceğiz.”
Björklund onu kapıya kadar götürdü. Hava sıcaktı. Rüzgâr yoktu.
“Onu kimin öldürmüş olabileceğini düşünüyorsunuz?” diye sordu Wallander arabasına yaklaştığında.
“Hırsızlık olayı değil mi? Köşe başında kimin kimleri beklediğini nereden bileceksiniz?”
El sıkıştılar, Wallander arabasına bindi. Arabasını çalıştırırken Björklund cama doğru eğildi.
“Bir şey daha var,” dedi. “Louise saçlarının rengini sıklıkla değiştirir.”
“Bunu nereden biliyorsunuz?”
“Lavabonun içi saçla dolu olurdu da ondan. Bir yıl kızıl, ertesi yıl siyah, sonra da sarı. Her zaman farklıydı.”
“Ancak siz onun aynı kişi olduğunu düşünüyorsunuz, değil mi?”
“Ben Kalle’nin ona sırılsıklam âşık olduğunu düşünüyorum.”
Wallander onaylarcasına başını salladı. Sonra da arabayı sürdü. Saat üç olmuştu. Bir tek şey kesin, diye geçirdi içinden Wallander, birkaç gün önce öldürülen arkadaşımız ve meslektaşımız Svedberg’i meğerse hiçbirimiz tanımıyormuş.
Saat üçü on geçe Wallander arabasını kent meydanına park ettikten sonra Lilla Norre Caddesi’ne doğru yürüdü. Nedenini bilmeden adımlarını hızlandırdı. Birden çok önemli bir şey oluyormuş gibi bir hisse kapılmıştı.
7
Wallander bodruma indi. Yüksek basamaklar onda sıradan bir bodrum katından çok daha derin bir yere iniyormuş gibi bir duygu yaratmıştı, sanki yeraltı dünyasına giriyormuş gibi hissetti. Mavi çelik kapının önüne gelince Nyberg’in verdiği anahtarlar arasından bodrum katının anahtarını bulup kapıyı açtı. İçerisi karanlıktı ve rutubet kokuyordu. Arabadan aldığı el fenerini yakıp duvarlara doğru tuttu. Sonunda elektrik düğmesini buldu. Odanın tavanı sanki kısa boylular için yapılmışçasına alçaktı. Dar koridorda ilerleyip her iki yanında da ızgaralar olan depo alanına geldi. İsveç’teki bodrum katlarında bulunan depoların, içinde tutuklu yerine eski kanepelerin, kayakların ve bir dizi valizlerin bulunduğu hücrelere benzediğini unutmuştu. Svedberg’in deposu koridorun ucundaydı. Deponun kapısında çelik kol demiri vardı. Kol demirinin iki ucuna da asma kilit takılmıştı. Bu kilitleri Svedberg koymuş olmalı, diye geçirdi içinden. İçeride yitirmekten korktuğu bir şey mi var acaba?
Wallander plastik eldivenleri eline geçirip kilidi dikkatle açtı, sonra da depo bölümünün ışığını yakıp çevresine bakındı. Bir depoda olabilecek her türlü eşya Svedberg’in deposunda da vardı. Depoyu baştan sona incelemesi bir saatini almıştı. Olağan dışı bir şey bulamadı. Sonunda yerinde doğrulup bir kez daha baktı. Pahalı bir teleskop gibi orada mutlaka olması gerektiğine inandığı bir şeyi arıyordu gözleri ama ne yazık ki yoktu. Bodrum katından dışarı çıkıp kapıyı kilitledi.
Gün ışığına geri dönmüştü. Çok susadığından ana meydanın güneyindeki kafeye gidip maden suyuyla kahve içti. Çörek almamak için elinden geleni yaptı ama iradesine yenilip bir de çörek yedi.
Yarım saatten daha kısa bir süre içinde Svedberg’in evinin kapısına geri gelmişti. İçeride ölümcül bir sessizlik vardı. Wallander içeri girmeden önce soluğunu tuttu. Her zamanki gibi kapı polis kordonu altına alınmıştı. Kordonu hafifçe kaldırdı, cebinden evin anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve içeri girdi. Girer girmez de caddeden gelen beton karıştırıcının sesini duydu. Oturma odasına gitti, istemeyerek Svedberg’in cesedinin yattığı noktaya baktı, sonra da penceyere yaklaştı. Beton karıştırıcı binaların arasındaydı. İnşaat malzemeleri büyük bir kamyondan yere indiriliyordu. Birden aklına bir şey geldi. Evden dışarı çıkıp sokağa çıktı. Gömleğini çıkarmış orta yaşlı bir adam karıştırıcının içine su katıyordu. Başıyla Wallander’i selamladı. Wallander onun ânında kendisinin polis olduğunu anladığını fark etti.
“Orada olanlar korkunç,” diye bağırdı adam karıştırıcının sesini bastırmak istercesine.
“Konuşmalıyız,” diye bağırdı Wallander.
Adam gölgede sigara içen daha genç bir işçiye seslendi. Genç yanlarına gelip adamın elinden hortumu aldı. Sonra Wallander’le birlikte daha sessiz olan yan köşeye gittiler.
“Neler olduğunu biliyor musun?” diye sordu Wallander işçiye.
“Svedberg adında bir polis öldürülmüş.”
“Evet doğru. Burada ne zamandan beri çalışıyorsun? İnşaat yeni başlamış gibi?”
“Pazartesi başladık. Binanın girişini yeniliyoruz.”
“Karıştırıcıyı kullanmaya ne zaman başladınız?”
İşçi düşündü. “Salı olmalı,” dedi. “Sabah on bir sularında.”
“O günden beri de çalışıyor mu?”
“Çalışıyor sayılır. Sabah yediden beşe dek çalıştırıyoruz. Bazen biraz daha fazla da çalışabiliyor.”
“İnşaat başladığından beri karıştırıcı hep burada mı?”
“Evet.”
“O hâlde binaya giren ve çıkanları net olarak gördün demek.”
İşçi birden Wallander’in sorusunun ciddiyetini kavrayınca yüzünde çok ciddi bir ifade oluştu.
“Burada oturanları herhâlde tanımıyorsun,” dedi Wallander. “Ama bazılarını bir kereden fazla görmüş olmalısın.”
“Polis memurunun nasıl biri olduğunu bilmiyorum, eğer bunu sormak istiyorsanız.”
Bu Wallander’in aklına gelmemişti.
“Şimdi bir arkadaşımı arayıp onun fotoğrafını getirmesini söyleyeceğim,” dedi. “Adın ne senin?”
“Nils Linnman, televizyonda şu belgesel programları yapan adamın adı gibi.”
Wallander elbette Nils Linnman’ı çok iyi tanıyordu. Aslında onu herkes tanırdı.
“Burada çalıştığın süre içinde olağan dışı bir şey gözüne ilişti mi?” diye sordu Wallander, bir an önce bir ipucu bulma umuduyla.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Oldukça tedirgin görünen biri ya da çok acelesi varmış gibi koşar adımlarla yürüyen biri gibi. Bazen insan gördüğü bir şey karşısında tedirgin olur ya, onun gibi bir şey işte.”
Linnman düşünceye daldı. Wallander bekledi. Yine tuvalete gitmesi gerekiyordu.
“Hayır,” dedi sonunda Linnman. “Hatırlamıyorum ama Robban bir şeyler görmüş olabilir.”
“Robban mı?”
“Benim yerime karıştırıcının başına geçen genç, ama pek sanmıyorum. Onun için varsa yoksa motosiklet, başka bir şeyle ilgilendiği yok.”
“Bir de ona soralım,” dedi Wallander. “Bu arada aklına bir şey gelirse lütfen hemen beni ara.”
Wallander cebinden kartını çıkarıp uzattı, Linnman kartı iş tulumunun cebine attı.
“Robban’ı göndereyim.”
Robban’la