“Umarım sizi rahatsız etmedim,” dedi Wallander.
Sture Björklund başını arkaya atarak bir kahkaha patlattı. Wallander bu kahkahadaki gizli alayı fark etmişti.
“Her cuma Kopenhag’da bir hanımla buluşurum,” dedi Sture Björklund. “Siz isterseniz buna metres diyebilirsiniz. İsveçli polislerin metresleri var mıdır?”
“Olduğunu sanmıyorum,” diye yanıtladı Wallander.
“İnsanın metresinin olması birçok sorunun çözümünü de beraberinde getirir,” dedi Björklund. “Böylelikle insanlar evliler gibi gece geç saatlere kadar tartışıp birbirlerine bir şeyler fırlatmaz, iş çığrından çıkmaz. Kimse kimseyi ciddiye almaz.”
Yırtık şapkalı adamın insanın tüylerini ürperten kahkahası Wallander’in sinirine dokunmaya başlamıştı.
“Evet ama cinayet ciddiye alınacak bir şey,” dedi.
Sture Björklund onaylarcasına başını sallayıp şapkasını çıkardı. Bu davranışında sanki yas tutmaya hazırlanır gibi bir tavır hissediliyordu.
“İçeri girelim,” dedi.
Wallander daha önce hiç böyle bir ev görmemişti. Dıştan bakıldığında tipik bir İskandinav çiftlik evine benziyordu ama Wallander’in içine girdiği dünya bambaşkaydı. Evde tek bir duvar bile yoktu, ev aslında çatı kirişleriyle tutturulmuş büyük bir oda görünümündeydi. Sağda ve solda kule benzeri demir ve tahtadan yapılmış basamaklar vardı. Evin arka tarafındaki duvarın tamamı bir akvaryumla kaplanmıştı. Sture Björklund, Wallander’i iki yanında bir kilise sırası ve tahta bir tabureyle çevrili büyük bir tahta masaya doğru götürdü.
“Oturacağın yerin her zaman sert olması gerektiğini düşünürüm,” dedi Björklund. “Yemek yerken, düşünürken ya da bir polis memuruyla konuşurken rahat olmayan sıralar işinizi bir an önce bitirmeniz için sizi zorlar.”
Wallander sıraya oturdu. Gerçekten de çok rahatsızdı.
“Eğer duyduklarım doğruysa Kopenhag Üniversitesi’nde profesörsünüz.”
“Sosyoloji dersi veriyorum ama ders yoğunluğumu elimden geldiğince en aza indirmeye çalışıyorum. Araştırmalarımla daha çok ilgileniyorum ve bu araştırmaları evden de yapabilirim.”
“Pek alakası yok ama yine de sormak istiyorum. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz?”
“İnsanlığın canavarlarla olan ilişkisi.”
Wallander, Sture Björklund’un şaka yapıp yapmadığını anlayamamıştı. Konuşmasını sürdürmesi için bekledi.
“Orta Çağ’daki canavarlar 18. yüzyıldakilerle aynı değildi. Tıpkı gelecek kuşakların bizlere benzemeyeceği gibi onlar da çok farklıydı. İçinde yaşadığımız bu dünya karmaşık ve büyüleyici. Terör de sürekli boyut değiştiriyor. Ayrıca bu tür çalışmalar fazladan para kazanmamı da sağlıyor ama tek amacım bu değil.”
“Peki amacınız ne?”
“Korku filmleri çeken bir Amerikan film şirketine danışmanlık yapıyorum. İş ticari teröre geldiğinde dünyada en çok aranan danışmanlardan biri olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hawaii’de bir Japon var ama ondan hemen sonra da ben geliyorum.”
Wallander karşısında oturan bu adamın deli olup olmadığını düşünürken adam ona masadaki bir resmi uzattı.
“Ystad’da yedi yaşındaki çocuklarla canavarlar hakkında konuştum. Onların canavarlara ilişkin düşüncelerini kendiminkilerle birleştirince ortaya bu şekil çıktı. Amerikalılar buna bayılıyor. Yedi ve sekiz yaşındaki çocukları korkutmayı amaçlayan bir dizi çizgi filmde başrolü oynayacak.”
Wallander kendisine uzatılan resme baktı. Son derece tedirgin ediciydi. Masaya bıraktı.
“Ee, ne düşünüyorsunuz, Komiserim?”
“Bana Kurt diyebilirsiniz.”
“Ne düşünüyorsunuz?”
“Tatsız. Tedirgin edici.”
“Bizler de tatsız ve tedirgin edici bir dünyada yaşıyoruz.”
Şapkasını çıkarıp masaya bıraktı. Wallander birden odaya yayılan ter kokusuyla irkildi.
“Geçenlerde telefonumu kapattırmaya karar verdim,” dedi Björklund. “Beş yıl önce de televizyonumdan kurtulmuştum. Şimdi de telefondan kurtulacağım.”
“Bu size sorun yaratmayacak mı?”
Björklund ona ciddi bir tavırla baktı. “Dış dünyayla nasıl ve ne zaman ilişki kuracağıma karar verme hakkımı kullanacağım. Bilgisayarımı atmıyorum ama telefonu atıyorum.”
Wallander başını onaylarcasına sallayarak konuyu değiştirdi.
“Kuzeniniz Karl Evert Svedberg öldürüldü. Ylva Brink dışında onun tek akrabası sizsiniz. Onu en son ne zaman görmüştünüz?”
“Yaklaşık üç hafta önce.”
“Kesin bir tarih verebilir misiniz?”
“19 Temmuz Cuma günü saat 16.30’da.”
Yanıtın bu denli çabuk gelmesine Wallander çok şaşırmıştı. “Günü ve saati nasıl oldu da bu kadar çabuk hatırladınız?”
“Çünkü o zaman buluşmayı kararlaştırmıştık. Ben bazı arkadaşlarımı görmek için İskoçya’ya gidiyordum, Kalle de her zamanki gibi ben yokken burada kalacaktı. Ben yolculuğa çıkarken ve bu yolculuklardan döndüğümde birbirimizi görebiliyorduk.”
“Neden bu evde kaldı?”
“Burada oturuyordu.”
Yanıt Wallander’i çok şaşırtmıştı ama Björklund’dan kuşkulanmasını gerektiren bir şey de yoktu ortada.
“Bu hep böyle miydi? Yani siz yolculuğa çıktığınızda o gelip sizin evinizde mi kalıyordu?”
“En aşağı on yıldan beri böyleydi. Harika bir düzen kurmuştuk.”
Wallander kısa bir an düşündü. “Ne zaman döndünüz?”
“27 Temmuz’da. Kalle beni havaalanında karşıladı. Arabasıyla buraya geldik. Bir süre sohbet ettik, sonra o Ystad’a döndü.”
“İşlerinin çok yoğun olduğu hissine kapıldınız mı?”
Björklund başını arkaya atıp insanın tüylerini ürperten kahkahasını patlattı.
“Sanırım dalga geçiyorsunuz, ama ölünün arkasından dalga geçmek saygısızlık değil midir?”
“Dalga geçmiyordum. Son derece ciddiyim.”
Björklund gülümsedi. “Kadınlarla yoğun ve tutkulu bir ilişkiye girdiğimizde galiba hepimiz biraz aşırı yoğun çalışıyor gibi görünürüz?”
Wallander şaşkınlıkla Björklund’a baktı.
“Ne demek istiyorsunuz?”
“Ben İskoçya’dayken Kalle sevgilisiyle burada buluşuyordu. Aslında bu da planın bir parçasıydı. Ben İskoçya’ya ya da başka bir yere gittiğimde onlar burada kalırdı.”
Wallander iç çekti.
“Şaşırmış gibisiniz,” dedi Björklund.
“Her zaman aynı kadınla mı birlikte oluyordu? Kadının adı